2 Ekim 2016 Pazar

Patikadan
Bir su için geçen patikalardan,
çoban bu elinde peygamber tarihi en derin memba kokuları
bu kaçıncı geçişin, içişin, dımlayan kaya damarından 
kesildi ana sütü gibi
iğne kesiğine bastırılan tütün acısı,
katık, sac küfü sinmiş buğday ekmeği
aynı noktada aynı seferde aynı kıdemde
ben tayyarenin son izleyicisi sen ki içindeki
nerede söyleyin nil izindeki bebek sepeti
yolcunun hançeri üzerinde bir damla zehir, kesilecek boğaz ısırgan otu
teslim ettin, niyetinin kavline
otur, dur, dinle, şükür et etrafında binlerce ay siması
geldiğim yer, çınarın kökü misali düşkündür evveline
Ö.Ş
Lem kuyusu

Çatlak pencere dibi kurban seyreden çocuk
Kuytu kaleler arasında iki tarafta ezan sesi
Cırcır sürüsü etraf, nerede af dileyen guguk
Menzil-i medeniyet geldiği yerin nefesi
Mimesisti gelişin yükselişin söyle hangi diyar bozuk
Kopya çekenler diyarında asıl müstafik kendisi
Şerbet sanma maşrapadakini içilen goruk
O ki dil vurdurur tavana kulların efendisi
Ö.Ş
Tik


Zaman ki paylaştırılmasa da
Ad verdiğin seni kelepçeleyen
Oysa gereksiz bu dilimlenmiş güneşler
Emrine verilen kainat seni esir mi alıyor?
Kurulan alarm bir kuru teneke
Kuşluk vakti yırtılan bir kuş gırtlağı
Başka bir kokusu var her anın
Verebilir mi senin dilimci kılıçların uyanışın kokusunu
İstediğin köle olmaktı sana sunulana
Çevirdin yönünü saat denilen bir urgana
Çıkar akrebi sapla kalbine
İşte o zaman gidişin bir vakte müteakiben
Çubuk gölgeleri ne zaman dişlendi
Nur dağının çocukları o gün yenildi hükmen
Ö.Ş
Nadasa İnsan


Ayrılık hasatları sıyrık en göğünden
Kuyu dibi durgun su 
Can verir yedi düvel derinden
Kim gidebildi son yol reşad 
Terkediş dip değil uyan artık küçük asya seyrinden
Davetsiz davetli, elinde mühür kuyu başı dağınık
Ben dili dava, tükürürsem namerdim derdimden
Kan verilen bileklerde değil şah damarının daha yakınında
Olmayana olur diyene etme artık tamahkar, sürgünlerini almış Frenkler çıksın artık beyninden
Ö.ş




3 Ocak 2016 Pazar



Hilmi Yavuz’un Anı Sonnet Adlı Şiirinin Çözümlemesi



            Giriş
            14 Nisan 1936 yılında İstanbul’da dünyaya gelen şair, Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi ve arkasından İstanbul Üniversitesi’ndeki hukuk eğitimini yarıda bıraktı. BBC’nin Türkçe bölümünde çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Türkiye’ ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev aldı.  Halen Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya devam etmektedir.
            Ani – Sonnet şiiri 1992 yılında yayımladığı Ayna Şiirleri içerisinde yer almaktadır. Tarz olarak İngiliz sonesi denilen bir yapıya sahiptir. Hilmi Yavuz’un şiiri, edebiyat dünyamızda özellikle gelenek bağlamında gündeme gelmektedir. Onun şiirlerinde gelenek ile modernitenin harmanlanışı görmekteyiz.

            Dış Yapı
            Dış yapı dize, nazım birimi, nazım şekli, ölçü, uyak ve rediflerin oluşturduğu bir kavramdır.[1] Sone, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan, dört bent ve on dört mısralık nazım şeklidir.[2]  Ama Hilmi Yavuz’un bu eserinde; 12’li bir bütün dize ve 2’li bağımsız dizelerden oluşmaktadır. Bu nazım şekline ise İngiliz sonesi denilmektedir. Toplam dize sayısı olarak sone tarzına sadık kalınmıştır. Şiirin 13 dizesi 14’lü hece ölçüsü ile yazılmıştır ama son dize de 17’li hece ölçüsü bulunmaktadır. Blok tipi nazım birimi şiire hâkimdir. Şiir toplam 80 kelimeden oluşmaktadır. Bu kelimelerin 17’si fiil kökenli olup, 63 tanesi de isim kökenlidir. Hacim olarak kısa bir şiirdir.


            İç Yapı
            Şiirin ilk dizesinde karşımıza bir ayna metaforu çıkmaktadır. Şairin ayna üzerinden bir kişileştirme yaptığı da ortadadır. Eldeki verilerin yapısal bir incelemesi yapılırsa, ortada bir şehir vardır ve bu şehirde dolaşan aynalar bulunmaktadır. Burada ayna imgesi ile insanın yansıma özelliği belirtilmiştir. İbn Arabi Fütühat-ı Mekkıye adlı eserinde, ayna sembolünün bilen ile bilinenin birliğini temsil ettiğini, bilen özne olan kendimiz ile bilinen nesne olan kendimizin bir olduğunu, tıpkı kendimizle konuşurken dinleyen ve konuşanın kendimiz olması gibi aynaya bakan ile aynanın bir olduğunu anlatmıştır. Hilmi Yavuz’un bu şiirindeki ayna imgesi insanı karşılamaktadır ve her insanın bir diğerinin aynası olduğu dünya tasviri yapmaktadır. Şair birinci dizede durumu belirttikten sonra, ikinci dizede birinci tekil şahıs iyelik eki kullanarak kendisiyle ilgili bir söyleyişte bulunmaktadır. Sisli sözler söylemi içerisinde görülmeyen, kapalı söz tanımı taşımaktadır. Sisli bir havada insanın görüş mesafesi sıfıra inmektedir, durum böyle olunca bu şehirde insan hareket edememektedir ve kendini diğer aynalarda görememektedir. Daha başka bir unsur burada aynalaşmanın sözlerle sağlandığı görülmektedir. Bir insanın kendini başka bir insanda görebilmesi için ilk olarak onu dinlemesi gerekmektedir. Eğer ki insan karşısındakinin sözlerinde kendini görebilirse işte o zaman ayna vasfı ortaya çıkmaktadır.  Şair öznesi kendisinin sözlerinin sisli kapalı olduğunu ve bu yüzden kendini şair öznesinde görmek isteyenlerin yanılgıya düştükleri ortadadır. İşte bu yüzden ikinci dizedeki aşklar kırılmada söylemi gerçekleşmektedir. Ayna imgesinin bir diğer yönü de aynanın arkasıdır. Ayna arka tarafında ön yüzündeki görüntünün tersini oluşturmaktadır. Ve buraya girenler bir daha çıkamamaktadır. Aşkın hedefi de bu aynanın arka tarafına girebilmektir. Yani insanın iç dünyasına yolculuk edebilmektir. Bu yolculuğun göğe doğru gerçekleştiği beşinci dizeden anlaşılmaktadır. Geçmişte göğe doğru yapılan iki hareket bulunmaktadır. Birincisi Hz. Muhammed’in Allah’ın makamına yaptığı yolculuk, diğeri ise Feridüttin Attar’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserinde kuşların Simurg’u bulmak için yaptıkları yolculuktur. Yalnız Mantıku’t- Tayr’da yatay bir yolculuk varken, Hz. Muhammed ise dikey göğe ağan bir hareket yapmaktadır. Kuran-ı Kerim’de İsra suresinde anlatıldığına göre, Hz. Muhammed hicretten bir buçuk yıl önce, Kâbe’nin etrafında uyku ile uyanıklık halinde iken Cebrail ile birlikte Kudüs’te ki Mescid-i Aksa’ya gitmiş oradan da Sidretü’l- Müntehâ denilen en üst makama ulaşmıştır. Hz. Muhammed bu makamı da geçerek Allah’ın huzuruna erişmiştir. Bu şiirdeki hareket noktası göğe doğru ağma halinde gerçekleştiği için bu örnekleri verdik. Diğer bir nokta ise tasavvufta insanın Allah’a ulaşması için geçtiği bir yol vardır. Bu yolun sonunda insan yine kendisini bulur. Bütün anlatılan tasavvufi hikâyelerde, eserlerde bu durum görülmektedir. Şiirdeki yolculukta ise insanın kendine yaptığı yolculuğu ayna imgesi ile anlatıldığı görülmektedir.  Altıncı dizede kimi göstererek buyurgan  söylemi şair öznesine değil, Tanrı’nın sözüdür. Çünkü Tanrı kimi isterse onu yanına, makamına yükseltmektedir. Şiirde geçen sidre, ağaç, yeşil kelimelerinden de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’in miraç gecesi anlatılmaktadır. Şair bütün bunları görebilmek ve Tanrı’nın buyurduğu insan olunabilmesi için kalp gözünün açık olması gerektiğini ve orada kelime oyunu yaparak, insanın doğru aynayı bulmasını belirtir. Daha sonra Kuran-ı Kerim’de geçen İsra kelimesini kullanarak, Hz. Muhammed’in Allah’ın katına çıkışını anlatmaktadır. Alışılmışın dışında bir akşam tasviri yapmakla, bir olayın haberini vermeyi amaçlamaktadır. On birinci dizedeki lamba imgesi yıldızları anlatmaktadır. Şair burada Hz. Muhammed’in miraca yükselişini, lambalarla ve sırlarla tasvir etmektedir. Sırlarla demesinin amacı, Hz. Muhammed’in Allah’ı görmesi ve bunun hakkında kimseye hiçbir şey anlatmamasıdır.  Şiirin son iki dizesinde tekrar şehirdeki insanlara dönen bir anlatım mevcuttur. Kentin, içinde barındırdığı unsurlar insanların Tanrı’dan uzaklaşmasına, hatta insanların birbirlerinden uzaklaşmasına ve bu sebebiyetle de birbirlerinin aynası olamadıklarına vurgu yapmıştır. Artık insanların aynalarının arka tarafında olan aşk odalarına aşklar girememektedir. Bunun yerine modern insanın anılar ile avunduğunu ifade etmiştir. Çünkü insan kendine bir aşk, bir yolculuk bulamakta ve geride kalmış olan ile kendini avutmaktadır. Hilmi Yavuz, bu şiirinde tasavvufi ve dini olayları kullanarak modern insanın içinde bulunduğu bunalımı anlatmıştır. Çözüm yolu olarak insanların birbirine ayna olmasını, böylece kendilerini bulabileceklerini aktarmıştır.
           

            Ahenk

            Ahenk, şiirin sözleri, kelimeleri, mısraları ve mısra öbekleriyle bir bütün halinde, ideal anlamda kendi iç uyumunu kurarak meydana getirdiği güzel, hoş tını ve sestir.[3] Hilmi Yavuz’un bu şiirinde aşk, oda, ayna kelimelerinin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Burada göze çarpan asonans dediğimiz ses ünlü ahenginin şiire hâkim düzeyde olmasıdır. Dizelerin sonlarındaki; aynaları, olmaları, aynaları, anıları, sarı, yolculukları, onları, anıları kelimeleri ile şiirin müzikalitesi oluşturulmuştur. Şiir, içinde alışılmadık sözler barındırmaktadır; sisli sözler, aynaların göğe ağması, çürük ve sarı akşam, lambaların yükselmesi. Bütün bunlar şiirin ahengini sağlamakta fayda sağlamıştır.

Kaynakça

            Çetin Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitabevi, Ankara, 2011
            Çetişli İsmail, Metin Tahlillerine Giriş/ 1 Şiir, Akçağ Yayınları, Ankara, 2010
            Kaplan Mehmet, Şiir Tahlilleri 2 Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Dergah Yayınları,                            İstanbul, 2000
            Kuran-ı Kerim
            Yavuz Hilmi, Büyü’sün Yaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
            Yivli Oktay, Metin Eloğlu Şiiri, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara, 2013



[1] Yivli Oktay, Metin Eloğlu’nun Şiiri, s. 178
[2] Çetin Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, s.150
[3] Çetin Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, s. 237
                                    Terry Eagleton – Şiir Nasıl Okunur Kitabının Tahlili


            Terry Eagleton, 1943 yılında İngiltere’nin Salford kentinde dünyaya gelmiştir. Cambridge Üniversitesi’ni bitirdikten sonra aynı üniversitede öğretim üyeliği yaptı. 1969’da Oxford Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Sonraki yıllarda New Left Review başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar kaleme aldı, edebiyat teorisi alanında önemli çalışmalara imza attı. Halen Manchester Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı alanında John Edward Taylor profesörüdür. Şiir Nasıl Okunur 2007 yılında How to Read a Poem adıyla Oxford yayınları tarafından çıkarılmıştır. Türkiye’de 2011 yılında Agora Kitaplığı tarafından basılmıştır.[1]
            Eser toplam 266 sayfadan oluşmaktadır, altı ana bölüme ayrılıp bu bölümler kendi içlerinde de alt başlıklara bölünmektedir. Bu ana başlıklar şu şekildedir; 1- Eleştirinin İşlevleri 2- Şiir Nedir?, 3- Formalistler, 4- Form Arayışı, 5- Bir Şiir Okumak, 6- Dört Doğa Şiiri. Ayrıca eserin sonunda kitap için bir Sözlükçe kısmı bulunmaktadır. Yazar, eserin önsöz kısmında eserin yazılış amacını öğrenciler ve genel okuyucu için şiire giriş olarak vermiştir. Teorik bölümlerin okuyucuyu zorlayacağını bunun için dördüncü bölümden başlamanın daha iyi olacağını söylemektedir.
            Eagleton eserinin birinci bölümü olan Eleştirinin İşlevleri’nde dört alt başlık halinde eleştirinin yeri ve işlevselliği üzerinde durmaktadır. Yazar, geçmişten günümüze kadar edebiyat eleştirisinin en büyük sorunun bu türün yazar çizerlerinin konuyu tam olarak anlamadıklarını vurgulamaktadır. Yapılanın eleştiriyi form, içerik gibi daraltılmış bölgelere hapsetmek  olduğunu dile getirmektedir. Eleştirinin de modern felsefe gibi kendi yanlışlarını ifşâ etmeye çalışmasını ön görür. Bu konuda
            “Bir şiirin inançlarını ona güvendiğimiz için kabullenmemiz gerekmez”[2] der.
            Siyaset ve Retorik kısmında edebiyat teorisyenlerinin eleştiriyi baltaladıklarını söyledikten sonra bundan kurtulmanın mümkün olduğunu ifade etmiştir. Siyasetin retorik ile içli dışlı olduğunu ve retoriğin siyasi hayatta çok önemli olduğuna değinmektedir. Eagleton, retorik sözcüğünün tarihsel gelişimini örneklemler sunarak günümüze değin getirmiştir ve okuyucusuna retoriğin yaşadığı değişimi göstermeyi amaçlamıştır. Geçmiş zamanlarda retoriğin siyaset üzerindeki gücünün, günümüzde azaldığının “martaval,aldatıcı, manipülasyon” gibi negatif anlamlar taşıdığını belirtir.[3] Deneyimin Ölümü kısmında modern şiirin hazırcı bir durumda olduğunun altını çizen yazar, bunu kültür terimi ile açıklar. Kültürün içerisinde şair için gereklilikleri barındırdığını belirtmiştir. Burada şiir tanımı üzerinden yola çıkan yazar, şiirde hiçbir şeyin ne eksik ne de fazla olabileceğini söyledikten sonra, şiirin;
            “sözcüklerin ancak buldukları haliyle ortaya çıkabilecekleri yer olması gerekir.” [4]Diye tanımlamaktadır.            
            Edebiyat eleştirmenlerinin aslen hayatta var olamayan şahıslar ve oylalar üzerinden çıkarımlar yaparak hayatlarını idare ettiklerini söylemektedir. Ancak bu durumun eleştirmenin bu şahıslar ve olaylar için belirsizlikler öne çıkarılabileceği yanlışına sebep vermemesini dikkatle vurgular. Eleştirmenin bu hayal dünyasında çalışmaları, beraberinde hayal gücünü de getirmiştir. Edebiyat eleştirmeni metinlerde geçen her türlü şahıs ve olaylara hâkim olabilme gücünü taşıyabilmelidir.
            Eagleton eserinin ikinci bölümü olan Şiir Nedir? De şiirin, diğer alanlar ile farkından yola çıkarak bir tanımlama getirmeye çalışmıştır.  Bunu da Şiir ve Düzyazı, Şiir ve Ahlâk, Şiir ve Kurmaca, Şiir ve Pragmatizm, Şiir ve Dil bölümlerinde irdelemektedir. Şiir ve Düzyazı kısmında şiir ve düzyazı arasındaki farklardan ve şiirin içinde barındırdığı duygu halinden yola çıkan bir anlatım bulunmaktadır. Yazar burada şiirin şekil olarak karşısında duran bir yapıyı koyarak, modern şiirin form olarak düzyazıya yakınlaşmasını ve bunun şiirin tanımında yer almadığını göstermeyi amaçlamıştır. Şiir ve Ahlâk bölümünde, ahlâk kelimesinin kuralcılığı ve kısıtlayıcılığı üzerinden gidilmiştir. Şiirin ahlâk ile ampirik arasında kalındığında şiirinin yönünün ahlâkî olana doğru olması gerektiğini ifade etmiştir. Şiir ve dil arasındaki ilişkide yazar, gösterenin gösterilen üzerinde ağır bastığı bir dil olması tanımı üzerinde durarak bunun yeterli olmadığını bu konuda üst düzeye ulaşmış şiirlerin olduğunu belirtmektedir  
            Eagleton eserin üçüncü bölümünde bir yanlışın üzerine bastırarak imalı bir söyleyiş ile başlamaktadır. Burada Rus biçimcilerini hedef alan bir düşünce üzerindedir. Onların gözlerinde şiirler imgelerden, fikirlerden, sembollerden, toplumsal güçlerden veya şairin niyetlerinden değil sadece sözcüklerden oluşuyordu. Edebilik kavramı üzerinde gidilen düşüncede Eagleton edebiyatın edebilik ile aynı olmadığı görüşündedir. Edebiliğin göreceli bir kavram olduğunu ifade eder. Formalistlerin şiirin sunduğu onca olanak içerisinden sadece birini tutup irdelediklerini ve tanımlarını da bu yönde yaptıklarını belirtir.
            Bir Şiir Okumak adlı bölümünde eleştirinin nesnelliği ve öznelliği üzerinde durulmaktadır. Yazar eleştirmenin bazı bölümlerde tüm eleştirmenler ile birleştiğini ifade ederken bunları da şöyle sıralar; bir şiirin harfi harfine ne söylediği, kullanabileceği ölçüyü, uyaklı olup olmadığını tespit etmek.[5] Ayrıca bu bölümde eleştirmenlerin sıkça kullandıkları terimlere açıklık getirilmesi de önemlidir. Şiirin dili bütünsel ipuçlarına sahip olduğuna ancak anlam kısmında ise devreye okuyucunun da girdiğinin altını çizer.[6] Eagleton terimleri açıklarken İngiliz edebiyatı örneklerinden çok sık yararlanmıştır. Bu örnekler üzerinden terimlerin anlam karmaşalarını yok etmektedir. Amacı sıkıcı hâle gelmiş olan şiir eleştirisi terimlerini daha açıklayıcı bir şekilde ortaya koymaktır. En büyük yeri de imgelem ve muğlâklık kısmına ayırmaktadır. Muğlâklık kısmında muğlaklık ve müphemlik arasındaki farktan bahsetmektedir;
            “Müphemlilik elimizde ikisi de sınırlı olan ancak birbirlerinden ayrılan iki anlam olduğunda gerçekleşir. Muğlâklık bir sözcüğün iki veya daha çok manası anlamın kendisinin belirsiz hâle geldiği noktaya dek birbirlerine karıştığında olur.”[7] 
            İmgelem konusunda da bu sözcüğün 19. Yüzyılın ortalarında ortaya çıktığını öne sürmektedir. İlk defa 17. Yüzyılda ortaya çıkan imge kavramının Akıl Çağı’nda retoriğe karşı hissedilen şüpheden doğduğunu ve bugünkünün tersine “şeylerin” imgeleri veya temsilleri anlamında kullandığını hatırlatmaktadır.[8]  
            Eserin son bölümü Dört Doğa Şiiri’nde; William Collins, William Wordsworth, Gerard Manley Hopkins, Edward Thomas adlı şairlerin şiirlerine yakın okuma yapmaktadır. Şiirleri sadece biçimci yöntemle değil toplumsal ve tarihsel içeriklerini de göz önünde tutarak bir okuma yapmıştır.
           




[1] Eagleton Terry, Şiir Nasıl Okunur, çev. Kaya Genç, Agora Kitaplığı, 2011
[2] Age.. s.11
[3] Age.. s.19
[4] Age.. s.34
[5] Age.. s.161
[6] Age.. s.173
[7] Age.. s.198
[8] Age.. s.221-222


Muğla’da Bir Edebiyat Öğrencisi



                Muğla Üniversitesi – Türk Dili ve Edebiyatı yükseköğretim programına yerleştirildiniz.


                İlk anda ne yapacağınızı bilemezsiniz, kimimiz ailesini, kimimiz bavulunu, kimimiz hayallerini alıp çıkar gelir bu sırtı dönük şehre. Ben Muğla’yı ilk gördüğüm anda böyle betimlemiştim. Arkasını dönmüş bir şehir Muğla, Menteşe Dağları da bu olguya onay verir gibisine durur bu şehrin arkasında. Buna karşılık üniversitesi bağrını açmış bir Yörük anası gibi Anadolu’ya bakıyor. Sanki gelen Anadolu çocuklarına ben buradayım dercesine bir duruşu bulunmaktadır. Şehir ile üniversitenin iç içe, koyun koyuna olmadığı beynimde hemen zuhur etmişti. Sonradan gördüklerim bu düşüncemi güçlendirmiştir.  Size burada ilk elini açan, Kredi Yurtlar Kurumudur. Benim için öyle olmuştu. Bu küçük kurum size çok şey öğretir, dışarıdan cezaevleri kadar soğuk ve mesafeli bir görünüme sahip olsa da içinde bir sıcaklık barındırır. Kyk benim için bir Anadolu profili olmuştur. Her yerden farklı düşüncede, etnikte, dinde insanların bir arada bulunduğu bir mekân, oda arkadaşınızı siz seçemezsiniz. Bu da size başkalarına karşı saygılı ve duyarlı olmayı vura vura öğretir. Her türden insanla karşılaşabileceğinizi ilk burada deneyimlersiniz. Sonra üniversite de aynı olanağı sunar ama orada istemezseniz, katlanmak zorunda değilsinizdir. Bu sizde düzenliği oluşturur. Benim yurtta ilk tattığım duygu nizâm olmuştur. Nizâm olmazsa kavga olur kaos olur, farkında olmasak da sonraki hayatımızda bizi başarıya götürecek ana madde nizâm olacaktır. Eğer ki nizâm aşk ile birleşirse sizi kimse tutamaz. Bu aşk insanın içinde barındırdığı eğilimlerin toplamıdır, harekete geçme sürecini tetikleyen bir görevi vardır. Amacım insanları bir yarış atı formatında göstermek değildir, sadece insanın varoluşunun temelinde olan olguyu dışarıya yansıtmalarına imkân vermektir. Sadece yurda giriş ve çıkış saatleri dahi bir öğrencinin bütün hayatına ışık tutacak güce sahiptir.
                Bazen sizi sıkan tarafları da muhakkak olacaktır, bu gibi durumlarda ilk aklıma gelen ‘ya dışarıda kalsaydım’ düşüncesidir. İlk yıllarda anlaşılmayan bu durum ilerleyen yıllarda dışarıdan dinlediğiniz ibretlik hikâyelerle daha da pekişir hâle gelmektedir. Edebiyat Fakültesine çıktığınızda sizi üç tip öğrenci bekler; birinci grup, puanı bu bölüme yettiği için gelen, ikinci grup çalışkan ve proje öğrencisi ve üçüncü grup gerçekten edebiyata ilgi duyan. Öncelikle birinci gruptaki öğrenci profilinden korkunuz. Kendisine ait savunma mekanizmalarını etrafındakilere karşı kullanmaktadır ve taraf aramaktadır. Çevresine yaylım ateşi şeklinde, nizâmdan uzak tutacak fikirler saçmaktadır. Burada bu öğrencileri yermeye çalışmıyorum sadece bunların elinde olmayan durumlardan çıkabilecek sorunlara değinmek niyetindeyim. Çünkü bu duruma gelmeleri kendilerinden değil sistemden kaynaklanmaktadır. Eğer ki bu fikirlere vurulursanız, edebiyat hayatınız istediğiniz düzlemde geçmez. İlk olarak söylediğim nizâmı kaybedersiniz. Bu öğrenci tipi edebiyat fakültesine bir meslek edinme yuvası, bir basamak evresi gözüyle bakar ve okul bitince nasıl bir yanlışa düştüğünü anlayacaktır. Önemli olan şudur ki, sınıfların yüzde sekseni bu öğrenci profilinden oluşmaktadır. Yalnız gruplar arası geçişler mümkündür geç kalmamak şartıyla ve son grup hariç. O grubun kaydı ta ilkokul yıllarında alınmaktadır. Son gruba üniversite de dahil olunamaz.
                İkinci grup ise bir edebiyat aşığı değildir, görev ne ise onu derhal yerine getirir. Okulun başlarında hocalar için bu grup favoridir. Bu grupta nizâm bulunur ancak aşk bulunmaz. Edebiyat yerine metalürji mühendisliği okusalar da onlar için fark etmez. Birinci grup, bunlar ile hiç iyi geçinemez. Çünkü bu grupta barınan nizâm unsuru diğerleri için ulaşılması zor bir harekettir. Bu grubun belirgin halde ki bir diğer özelliği devamlı yönlendirilmeye ihtiyaç duymalarıdır. Her türlü kaynağı hocalarına sorarlar. Bir türlü okudukları kitapların dipnotlarına ya da kaynakçasına bakmak akıllarına gelmez çünkü programlarında bu yoktur. Bu profilde ki insanlar hayatlarında başarılı olamaz, demem asla, olurlar ama sistem dışından müdahale gerekmedikçe, bu durum gerçekleşir. Şunu da belirtmekte yarar var. Bizim bu öğrencileri ilk yılda belirlememiz, mümkün değildir. Deneye deneye ancak öğrenilir. Ben şunu gördüm, hocalar sordukları sorudan öğrencinin, nerde, hangi durumda olduğunu anlamaktadır. Onun için bu grubun yaptıkları kendilerine yüzeysel birikimler kazandırmaktadır. Sınıfta elle gösterilen bu öğrenciler, yüzde on beşlik bir kesimden meydana gelmektedir. Birinci grup kendini bilir ama yaşam gücünü kırmamak adına hesaplaşma yapmaz. Yapanlar ise ikinci gruba geçebilirler. O yüzden birinci gruptan, ikinci gruba geçen öğrenci etrafını ve kendini tanımış bir öğrencidir. Nizâmın ilk evresi de kendini tanımaktır. Bu sebeple, bu öğrenciler ileride büyük işlerin habercisidir.

                Üçüncü gruba gelince bu öğrenci profili, sınıfın sadece yüzde beşini oluşturmaktadır ve altın değerindedir. Kendisini üçüncü ve dördüncü sınıfta görebilirsiniz. Bu insanlarda hem aşk hem nizâm bir arada bulunmaktadır. Edebiyat fakültesinin asıl amacının edebiyat alanında uzman kişiler yetiştirmek olduğunu bilir ve hocalardan sadece balık tutmayı öğrenir. Gerisini kendi çabasıyla gerçekleştirir. Onun için fakülte sadece nizâmdır, aşk kendini kaleminde ve okumalarında gösterir. Başta da belirttiğim gibi nasıl ki bu öğrenciler üçüncü, dördüncü sınıfta beliriyorsa; ileriki hayatlarında da bir yapıcı olarak belirecektir. Elbette ki bu gruplamanın dışında olan, öğrenci profilleri de vardır. Benim yapmaya çalıştığım, mevcut olduğum sistemde oluşan havayı kendi gözlemlerimden anlamaya ve anlatmaya çalışma üzerine kuruludur. Muhakkak ki bunun sadece benim görüşlerim olduğu unutulmamalı.

Yusuf Alper’in “Psikodinamik Açıdan Abdülkadir Budak Şiiri ve ‘Kapalı Bir Açılım’” Eleştirisinin İnceleme Yöntemleri Yusuf Alper; Varlı...