2 Ekim 2016 Pazar
Çınar altlarına giren hacı misi kokuları
Semercinin sokağı burası, kalaycılar gürültüsü ne arar
Ayakkabı tamircileri, ağzında çivileriyle Filistin'de kaldı
Gaz yağı isteyen çocuğun ayağında gara lastik
Bıçak darbeleriyle sivrilmiş kalem uçları
Elde eşek sırtta çam odunu, gırtlak boyu fakirlik
Küllü su göz yakmaz nerden gelir bu ağlama
Kunut duası zamanı imamın kılıcı çitlembik
Çeşme yolu giden çoban çocuğun tırnaklarımı kaldı
Vaad ettiğiniz güzelliklerle yarışmada
Sizin dünyanız duymadı bozdağların sesini, gelmedi, aşmadı tren yollarını
Ey bu toprakların tavşanak kökleri, ver artık sürgünlerini
Biliyorum sen çınar gibi su beklemezsin
Sarıyor her yanımı füsun gülleri
ö.ş
Semercinin sokağı burası, kalaycılar gürültüsü ne arar
Ayakkabı tamircileri, ağzında çivileriyle Filistin'de kaldı
Gaz yağı isteyen çocuğun ayağında gara lastik
Bıçak darbeleriyle sivrilmiş kalem uçları
Elde eşek sırtta çam odunu, gırtlak boyu fakirlik
Küllü su göz yakmaz nerden gelir bu ağlama
Kunut duası zamanı imamın kılıcı çitlembik
Çeşme yolu giden çoban çocuğun tırnaklarımı kaldı
Vaad ettiğiniz güzelliklerle yarışmada
Sizin dünyanız duymadı bozdağların sesini, gelmedi, aşmadı tren yollarını
Ey bu toprakların tavşanak kökleri, ver artık sürgünlerini
Biliyorum sen çınar gibi su beklemezsin
Sarıyor her yanımı füsun gülleri
ö.ş
Duydun mu ne diyorlar
Bizde boğulmuşuz ruh alemlerinde varoluşçuluk zemzemelerinde
Taşraya ağır bir küfür, bir tokat bu
Kim yaşamış bahsettiğin bunalımı
Var git bak onlar bıroklin menetın kıblelerinde
Her an bir paylaşım aktarım boşaltım
Bal dağıtırsın beyaz sakal duraklarında
Bizde boğulmuşuz ruh alemlerinde varoluşçuluk zemzemelerinde
Taşraya ağır bir küfür, bir tokat bu
Kim yaşamış bahsettiğin bunalımı
Var git bak onlar bıroklin menetın kıblelerinde
Her an bir paylaşım aktarım boşaltım
Bal dağıtırsın beyaz sakal duraklarında
Kitap ki seni bu emele sevk eden
Gel benimle bizim böceklerin adı gregor samsa değil
Bizdik kendi temelimize incir tohumları eken
Gel benimle bizim böceklerin adı gregor samsa değil
Bizdik kendi temelimize incir tohumları eken
ö.ş
Avcı kuşları kuyu başlarından su içemez
Simsiyah bir örtüye turuncu gaga
Ölümün rengi sarı, ölümün rengi mor
Neden karalara bürünür ki insan
Var ki içimizde bir karanlığa meyl
El çürük, dil çürük, kalp çürük
Çünkü karanlık bir meyn
Karanın secdesi ak
Cenîverin ilerisi cennet
Irmaklardan akan şaraplara inat bizimki ak
Simsiyah bir örtüye turuncu gaga
Ölümün rengi sarı, ölümün rengi mor
Neden karalara bürünür ki insan
Var ki içimizde bir karanlığa meyl
El çürük, dil çürük, kalp çürük
Çünkü karanlık bir meyn
Karanın secdesi ak
Cenîverin ilerisi cennet
Irmaklardan akan şaraplara inat bizimki ak
Alın yumurtalarınızı altımızdan,
Bu ülkede bu çocuklar hep yalın ayak
Bu ülkede bu çocuklar hep yalın ayak
ö.ş
Magnezyum çubukları ile dolu
Küçük rok hamlesi...
Dervişin sırt çantasında küf bulaşmış bir mesnevi
Yakacağı alevin rengi
Elimde saman, kızıl çamur
Ne işi var demirin kerpiç duvarda
Süleyman efendi nasırları ile girdi
Senin neyin var şiir adına
Küçük rok hamlesi...
Dervişin sırt çantasında küf bulaşmış bir mesnevi
Yakacağı alevin rengi
Elimde saman, kızıl çamur
Ne işi var demirin kerpiç duvarda
Süleyman efendi nasırları ile girdi
Senin neyin var şiir adına
Cehennem bitkisi nerden geldi bu küre-i feleğe
Havva' nın ayağı cennet, Adem zambak safında
Havva' nın ayağı cennet, Adem zambak safında
ö.ş
Hayal parçalarım ıhlamur dalı salıncaklarda kaldı
Halep sokaklarında köpek zincirsiz
Ben miyim yoksa, sürgün yemiş hayaller mi
Refik uzak, mefkuresi tuzak ilinin
Gayrı tutulur mu, bu sökük dikiş tutmaz
Yılan ki en büyük acıyı yaşayan
Yılan ki değişen deriyi yerinde bırakan
Bir bedevi akrep çıkardı cebinden
Dilim yara benim
Çöl görmedim sürgünden...
( Bu topraklar düşünce nadasına gelmez. Ekilen yere basanı ise sittin sene affetmez.)
ö.ş
Halep sokaklarında köpek zincirsiz
Ben miyim yoksa, sürgün yemiş hayaller mi
Refik uzak, mefkuresi tuzak ilinin
Gayrı tutulur mu, bu sökük dikiş tutmaz
Yılan ki en büyük acıyı yaşayan
Yılan ki değişen deriyi yerinde bırakan
Bir bedevi akrep çıkardı cebinden
Dilim yara benim
Çöl görmedim sürgünden...
( Bu topraklar düşünce nadasına gelmez. Ekilen yere basanı ise sittin sene affetmez.)
ö.ş
Patikadan
Bir su için geçen patikalardan,
çoban bu elinde peygamber tarihi en derin memba kokuları
bu kaçıncı geçişin, içişin, dımlayan kaya damarından
kesildi ana sütü gibi
iğne kesiğine bastırılan tütün acısı,
katık, sac küfü sinmiş buğday ekmeği
aynı noktada aynı seferde aynı kıdemde
ben tayyarenin son izleyicisi sen ki içindeki
nerede söyleyin nil izindeki bebek sepeti
yolcunun hançeri üzerinde bir damla zehir, kesilecek boğaz ısırgan otu
teslim ettin, niyetinin kavline
otur, dur, dinle, şükür et etrafında binlerce ay siması
geldiğim yer, çınarın kökü misali düşkündür evveline
Ö.Ş
çoban bu elinde peygamber tarihi en derin memba kokuları
bu kaçıncı geçişin, içişin, dımlayan kaya damarından
kesildi ana sütü gibi
iğne kesiğine bastırılan tütün acısı,
katık, sac küfü sinmiş buğday ekmeği
aynı noktada aynı seferde aynı kıdemde
ben tayyarenin son izleyicisi sen ki içindeki
nerede söyleyin nil izindeki bebek sepeti
yolcunun hançeri üzerinde bir damla zehir, kesilecek boğaz ısırgan otu
teslim ettin, niyetinin kavline
otur, dur, dinle, şükür et etrafında binlerce ay siması
geldiğim yer, çınarın kökü misali düşkündür evveline
Ö.Ş
Lem kuyusu
Çatlak pencere dibi kurban seyreden çocuk
Kuytu kaleler arasında iki tarafta ezan sesi
Cırcır sürüsü etraf, nerede af dileyen guguk
Menzil-i medeniyet geldiği yerin nefesi
Menzil-i medeniyet geldiği yerin nefesi
Mimesisti gelişin yükselişin söyle hangi diyar bozuk
Kopya çekenler diyarında asıl müstafik kendisi
Kopya çekenler diyarında asıl müstafik kendisi
Şerbet sanma maşrapadakini içilen goruk
O ki dil vurdurur tavana kulların efendisi
Ö.Ş
O ki dil vurdurur tavana kulların efendisi
Ö.Ş
Tik
Zaman ki paylaştırılmasa da
Ad verdiğin seni kelepçeleyen
Oysa gereksiz bu dilimlenmiş güneşler
Emrine verilen kainat seni esir mi alıyor?
Kurulan alarm bir kuru teneke
Kuşluk vakti yırtılan bir kuş gırtlağı
Başka bir kokusu var her anın
Verebilir mi senin dilimci kılıçların uyanışın kokusunu
İstediğin köle olmaktı sana sunulana
Çevirdin yönünü saat denilen bir urgana
Çıkar akrebi sapla kalbine
İşte o zaman gidişin bir vakte müteakiben
Çubuk gölgeleri ne zaman dişlendi
Nur dağının çocukları o gün yenildi hükmen
Ö.Ş
Ad verdiğin seni kelepçeleyen
Oysa gereksiz bu dilimlenmiş güneşler
Emrine verilen kainat seni esir mi alıyor?
Kurulan alarm bir kuru teneke
Kuşluk vakti yırtılan bir kuş gırtlağı
Başka bir kokusu var her anın
Verebilir mi senin dilimci kılıçların uyanışın kokusunu
İstediğin köle olmaktı sana sunulana
Çevirdin yönünü saat denilen bir urgana
Çıkar akrebi sapla kalbine
İşte o zaman gidişin bir vakte müteakiben
Çubuk gölgeleri ne zaman dişlendi
Nur dağının çocukları o gün yenildi hükmen
Ö.Ş
Nadasa İnsan
Ayrılık hasatları sıyrık en göğünden
Kuyu dibi durgun su
Can verir yedi düvel derinden
Kim gidebildi son yol reşad
Terkediş dip değil uyan artık küçük asya seyrinden
Davetsiz davetli, elinde mühür kuyu başı dağınık
Ben dili dava, tükürürsem namerdim derdimden
Kan verilen bileklerde değil şah damarının daha yakınında
Olmayana olur diyene etme artık tamahkar, sürgünlerini almış Frenkler çıksın artık beyninden
Ö.ş
3 Ocak 2016 Pazar
Hilmi Yavuz’un Anı
Sonnet Adlı Şiirinin Çözümlemesi
Giriş
14 Nisan 1936 yılında İstanbul’da
dünyaya gelen şair, Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi ve arkasından İstanbul
Üniversitesi’ndeki hukuk eğitimini yarıda bıraktı. BBC’nin Türkçe bölümünde
çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi.
Türkiye’ ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev
aldı. Halen Bilkent Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi olarak çalışmaya devam etmektedir.
Ani – Sonnet şiiri 1992 yılında
yayımladığı Ayna Şiirleri içerisinde yer almaktadır. Tarz olarak İngiliz sonesi
denilen bir yapıya sahiptir. Hilmi Yavuz’un şiiri, edebiyat dünyamızda
özellikle gelenek bağlamında gündeme gelmektedir. Onun şiirlerinde gelenek ile
modernitenin harmanlanışı görmekteyiz.
Dış
Yapı
Dış yapı dize, nazım birimi, nazım
şekli, ölçü, uyak ve rediflerin oluşturduğu bir kavramdır.[1]
Sone, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan, dört bent ve on dört mısralık nazım
şeklidir.[2]
Ama Hilmi Yavuz’un bu eserinde; 12’li bir
bütün dize ve 2’li bağımsız dizelerden oluşmaktadır. Bu nazım şekline ise
İngiliz sonesi denilmektedir. Toplam dize sayısı olarak sone tarzına sadık
kalınmıştır. Şiirin 13 dizesi 14’lü hece ölçüsü ile yazılmıştır ama son dize de
17’li hece ölçüsü bulunmaktadır. Blok tipi nazım birimi şiire hâkimdir. Şiir toplam
80 kelimeden oluşmaktadır. Bu kelimelerin 17’si fiil kökenli olup, 63 tanesi de
isim kökenlidir. Hacim olarak kısa bir şiirdir.
İç
Yapı
Şiirin ilk dizesinde karşımıza bir
ayna metaforu çıkmaktadır. Şairin ayna üzerinden bir kişileştirme yaptığı da
ortadadır. Eldeki verilerin yapısal bir incelemesi yapılırsa, ortada bir şehir
vardır ve bu şehirde dolaşan aynalar bulunmaktadır. Burada ayna imgesi ile
insanın yansıma özelliği belirtilmiştir. İbn Arabi Fütühat-ı Mekkıye adlı
eserinde, ayna sembolünün bilen ile bilinenin birliğini temsil ettiğini, bilen
özne olan kendimiz ile bilinen nesne olan kendimizin bir olduğunu, tıpkı
kendimizle konuşurken dinleyen ve konuşanın kendimiz olması gibi aynaya bakan ile
aynanın bir olduğunu anlatmıştır. Hilmi Yavuz’un bu şiirindeki ayna imgesi
insanı karşılamaktadır ve her insanın bir diğerinin aynası olduğu dünya tasviri
yapmaktadır. Şair birinci dizede durumu belirttikten sonra, ikinci dizede
birinci tekil şahıs iyelik eki kullanarak kendisiyle ilgili bir söyleyişte
bulunmaktadır. Sisli sözler söylemi
içerisinde görülmeyen, kapalı söz tanımı taşımaktadır. Sisli bir havada insanın
görüş mesafesi sıfıra inmektedir, durum böyle olunca bu şehirde insan hareket
edememektedir ve kendini diğer aynalarda görememektedir. Daha başka bir unsur
burada aynalaşmanın sözlerle sağlandığı görülmektedir. Bir insanın kendini
başka bir insanda görebilmesi için ilk olarak onu dinlemesi gerekmektedir. Eğer
ki insan karşısındakinin sözlerinde kendini görebilirse işte o zaman ayna vasfı
ortaya çıkmaktadır. Şair öznesi kendisinin
sözlerinin sisli kapalı olduğunu ve bu yüzden kendini şair öznesinde görmek
isteyenlerin yanılgıya düştükleri ortadadır. İşte bu yüzden ikinci dizedeki
aşklar kırılmada söylemi gerçekleşmektedir. Ayna imgesinin bir diğer yönü de
aynanın arkasıdır. Ayna arka tarafında ön yüzündeki görüntünün tersini
oluşturmaktadır. Ve buraya girenler bir daha çıkamamaktadır. Aşkın hedefi de bu
aynanın arka tarafına girebilmektir. Yani insanın iç dünyasına yolculuk
edebilmektir. Bu yolculuğun göğe doğru gerçekleştiği beşinci dizeden
anlaşılmaktadır. Geçmişte göğe doğru yapılan iki hareket bulunmaktadır.
Birincisi Hz. Muhammed’in Allah’ın makamına yaptığı yolculuk, diğeri ise
Feridüttin Attar’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserinde kuşların Simurg’u bulmak için
yaptıkları yolculuktur. Yalnız Mantıku’t- Tayr’da yatay bir yolculuk varken,
Hz. Muhammed ise dikey göğe ağan bir hareket yapmaktadır. Kuran-ı Kerim’de İsra
suresinde anlatıldığına göre, Hz. Muhammed hicretten bir buçuk yıl önce,
Kâbe’nin etrafında uyku ile uyanıklık halinde iken Cebrail ile birlikte
Kudüs’te ki Mescid-i Aksa’ya gitmiş oradan da Sidretü’l- Müntehâ denilen en üst
makama ulaşmıştır. Hz. Muhammed bu makamı da geçerek Allah’ın huzuruna
erişmiştir. Bu şiirdeki hareket noktası göğe doğru ağma halinde gerçekleştiği
için bu örnekleri verdik. Diğer bir nokta ise tasavvufta insanın Allah’a
ulaşması için geçtiği bir yol vardır. Bu yolun sonunda insan yine kendisini
bulur. Bütün anlatılan tasavvufi hikâyelerde, eserlerde bu durum görülmektedir.
Şiirdeki yolculukta ise insanın kendine yaptığı yolculuğu ayna imgesi ile
anlatıldığı görülmektedir. Altıncı
dizede kimi göstererek buyurgan söylemi şair öznesine değil, Tanrı’nın
sözüdür. Çünkü Tanrı kimi isterse onu yanına, makamına yükseltmektedir. Şiirde
geçen sidre, ağaç, yeşil kelimelerinden de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’in
miraç gecesi anlatılmaktadır. Şair bütün bunları görebilmek ve Tanrı’nın
buyurduğu insan olunabilmesi için kalp gözünün açık olması gerektiğini ve orada
kelime oyunu yaparak, insanın doğru aynayı bulmasını belirtir. Daha sonra
Kuran-ı Kerim’de geçen İsra kelimesini kullanarak, Hz. Muhammed’in Allah’ın
katına çıkışını anlatmaktadır. Alışılmışın dışında bir akşam tasviri yapmakla,
bir olayın haberini vermeyi amaçlamaktadır. On birinci dizedeki lamba imgesi
yıldızları anlatmaktadır. Şair burada Hz. Muhammed’in miraca yükselişini,
lambalarla ve sırlarla tasvir etmektedir. Sırlarla demesinin amacı, Hz.
Muhammed’in Allah’ı görmesi ve bunun hakkında kimseye hiçbir şey
anlatmamasıdır. Şiirin son iki dizesinde
tekrar şehirdeki insanlara dönen bir anlatım mevcuttur. Kentin, içinde
barındırdığı unsurlar insanların Tanrı’dan uzaklaşmasına, hatta insanların
birbirlerinden uzaklaşmasına ve bu sebebiyetle de birbirlerinin aynası
olamadıklarına vurgu yapmıştır. Artık insanların aynalarının arka tarafında
olan aşk odalarına aşklar girememektedir. Bunun yerine modern insanın anılar
ile avunduğunu ifade etmiştir. Çünkü insan kendine bir aşk, bir yolculuk
bulamakta ve geride kalmış olan ile kendini avutmaktadır. Hilmi Yavuz, bu
şiirinde tasavvufi ve dini olayları kullanarak modern insanın içinde bulunduğu
bunalımı anlatmıştır. Çözüm yolu olarak insanların birbirine ayna olmasını,
böylece kendilerini bulabileceklerini aktarmıştır.
Ahenk
Ahenk, şiirin sözleri, kelimeleri,
mısraları ve mısra öbekleriyle bir bütün halinde, ideal anlamda kendi iç
uyumunu kurarak meydana getirdiği güzel, hoş tını ve sestir.[3]
Hilmi Yavuz’un bu şiirinde aşk, oda, ayna kelimelerinin sıklıkla kullanıldığı
görülmektedir. Burada göze çarpan asonans dediğimiz ses ünlü ahenginin şiire
hâkim düzeyde olmasıdır. Dizelerin sonlarındaki; aynaları, olmaları, aynaları,
anıları, sarı, yolculukları, onları, anıları kelimeleri ile şiirin müzikalitesi
oluşturulmuştur. Şiir, içinde alışılmadık sözler barındırmaktadır; sisli
sözler, aynaların göğe ağması, çürük ve sarı akşam, lambaların yükselmesi.
Bütün bunlar şiirin ahengini sağlamakta fayda sağlamıştır.
Kaynakça
Çetin Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitabevi, Ankara, 2011
Çetişli İsmail, Metin Tahlillerine Giriş/ 1 Şiir, Akçağ Yayınları, Ankara, 2010
Kaplan Mehmet, Şiir Tahlilleri 2 Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2000
Kuran-ı
Kerim
Yavuz Hilmi, Büyü’sün Yaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013
Yivli Oktay, Metin Eloğlu Şiiri, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara, 2013
Terry Eagleton – Şiir Nasıl Okunur Kitabının Tahlili
Terry Eagleton, 1943 yılında
İngiltere’nin Salford kentinde dünyaya gelmiştir. Cambridge Üniversitesi’ni
bitirdikten sonra aynı üniversitede öğretim üyeliği yaptı. 1969’da Oxford
Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Sonraki yıllarda New Left Review başta olmak üzere çeşitli dergilerde yazılar kaleme
aldı, edebiyat teorisi alanında önemli çalışmalara imza attı. Halen Manchester
Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı alanında John Edward Taylor profesörüdür. Şiir Nasıl Okunur 2007 yılında How to Read a Poem adıyla Oxford
yayınları tarafından çıkarılmıştır. Türkiye’de 2011 yılında Agora Kitaplığı
tarafından basılmıştır.[1]
Eser toplam 266 sayfadan
oluşmaktadır, altı ana bölüme ayrılıp bu bölümler kendi içlerinde de alt
başlıklara bölünmektedir. Bu ana başlıklar şu şekildedir; 1- Eleştirinin
İşlevleri 2- Şiir Nedir?, 3- Formalistler, 4- Form Arayışı, 5- Bir Şiir Okumak,
6- Dört Doğa Şiiri. Ayrıca eserin sonunda kitap için bir Sözlükçe kısmı
bulunmaktadır. Yazar, eserin önsöz kısmında eserin yazılış amacını öğrenciler ve
genel okuyucu için şiire giriş olarak vermiştir. Teorik bölümlerin okuyucuyu
zorlayacağını bunun için dördüncü bölümden başlamanın daha iyi olacağını
söylemektedir.
Eagleton eserinin birinci bölümü
olan Eleştirinin İşlevleri’nde dört
alt başlık halinde eleştirinin yeri ve işlevselliği üzerinde durmaktadır.
Yazar, geçmişten günümüze kadar edebiyat eleştirisinin en büyük sorunun bu
türün yazar çizerlerinin konuyu tam olarak anlamadıklarını vurgulamaktadır.
Yapılanın eleştiriyi form, içerik gibi daraltılmış bölgelere hapsetmek olduğunu dile getirmektedir. Eleştirinin de
modern felsefe gibi kendi yanlışlarını ifşâ etmeye çalışmasını ön görür. Bu
konuda
“Bir şiirin inançlarını ona
güvendiğimiz için kabullenmemiz gerekmez”[2]
der.
Siyaset
ve Retorik kısmında edebiyat teorisyenlerinin eleştiriyi baltaladıklarını
söyledikten sonra bundan kurtulmanın mümkün olduğunu ifade etmiştir. Siyasetin
retorik ile içli dışlı olduğunu ve retoriğin siyasi hayatta çok önemli olduğuna
değinmektedir. Eagleton, retorik sözcüğünün tarihsel gelişimini örneklemler
sunarak günümüze değin getirmiştir ve okuyucusuna retoriğin yaşadığı değişimi
göstermeyi amaçlamıştır. Geçmiş zamanlarda retoriğin siyaset üzerindeki
gücünün, günümüzde azaldığının “martaval,aldatıcı, manipülasyon” gibi negatif
anlamlar taşıdığını belirtir.[3]
Deneyimin Ölümü kısmında modern
şiirin hazırcı bir durumda olduğunun altını çizen yazar, bunu kültür terimi ile
açıklar. Kültürün içerisinde şair için gereklilikleri barındırdığını
belirtmiştir. Burada şiir tanımı üzerinden yola çıkan yazar, şiirde hiçbir
şeyin ne eksik ne de fazla olabileceğini söyledikten sonra, şiirin;
“sözcüklerin
ancak buldukları haliyle ortaya çıkabilecekleri yer olması gerekir.” [4]Diye
tanımlamaktadır.
Edebiyat eleştirmenlerinin aslen
hayatta var olamayan şahıslar ve oylalar üzerinden çıkarımlar yaparak
hayatlarını idare ettiklerini söylemektedir. Ancak bu durumun eleştirmenin bu
şahıslar ve olaylar için belirsizlikler öne çıkarılabileceği yanlışına sebep
vermemesini dikkatle vurgular. Eleştirmenin bu hayal dünyasında çalışmaları,
beraberinde hayal gücünü de getirmiştir. Edebiyat eleştirmeni metinlerde geçen
her türlü şahıs ve olaylara hâkim olabilme gücünü taşıyabilmelidir.
Eagleton eserinin ikinci bölümü olan
Şiir Nedir? De şiirin, diğer alanlar
ile farkından yola çıkarak bir tanımlama getirmeye çalışmıştır. Bunu da Şiir
ve Düzyazı, Şiir ve Ahlâk, Şiir ve Kurmaca, Şiir ve Pragmatizm, Şiir ve Dil
bölümlerinde irdelemektedir. Şiir ve Düzyazı kısmında şiir ve düzyazı
arasındaki farklardan ve şiirin içinde barındırdığı duygu halinden yola çıkan
bir anlatım bulunmaktadır. Yazar burada şiirin şekil olarak karşısında duran
bir yapıyı koyarak, modern şiirin form olarak düzyazıya yakınlaşmasını ve bunun
şiirin tanımında yer almadığını göstermeyi amaçlamıştır. Şiir ve Ahlâk
bölümünde, ahlâk kelimesinin kuralcılığı ve kısıtlayıcılığı üzerinden
gidilmiştir. Şiirin ahlâk ile ampirik arasında kalındığında şiirinin yönünün
ahlâkî olana doğru olması gerektiğini ifade etmiştir. Şiir ve dil arasındaki
ilişkide yazar, gösterenin gösterilen üzerinde ağır bastığı bir dil olması
tanımı üzerinde durarak bunun yeterli olmadığını bu konuda üst düzeye ulaşmış
şiirlerin olduğunu belirtmektedir
Eagleton eserin üçüncü bölümünde bir
yanlışın üzerine bastırarak imalı bir söyleyiş ile başlamaktadır. Burada Rus
biçimcilerini hedef alan bir düşünce üzerindedir. Onların gözlerinde şiirler imgelerden, fikirlerden, sembollerden,
toplumsal güçlerden veya şairin niyetlerinden değil sadece sözcüklerden
oluşuyordu. Edebilik kavramı üzerinde gidilen düşüncede Eagleton edebiyatın
edebilik ile aynı olmadığı görüşündedir. Edebiliğin göreceli bir kavram
olduğunu ifade eder. Formalistlerin şiirin sunduğu onca olanak içerisinden
sadece birini tutup irdelediklerini ve tanımlarını da bu yönde yaptıklarını
belirtir.
Bir
Şiir Okumak adlı bölümünde eleştirinin nesnelliği ve öznelliği üzerinde
durulmaktadır. Yazar eleştirmenin bazı bölümlerde tüm eleştirmenler ile
birleştiğini ifade ederken bunları da şöyle sıralar; bir şiirin harfi harfine
ne söylediği, kullanabileceği ölçüyü, uyaklı olup olmadığını tespit etmek.[5]
Ayrıca bu bölümde eleştirmenlerin sıkça kullandıkları terimlere açıklık
getirilmesi de önemlidir. Şiirin dili bütünsel ipuçlarına sahip olduğuna ancak
anlam kısmında ise devreye okuyucunun da girdiğinin altını çizer.[6]
Eagleton terimleri açıklarken İngiliz edebiyatı örneklerinden çok sık
yararlanmıştır. Bu örnekler üzerinden terimlerin anlam karmaşalarını yok
etmektedir. Amacı sıkıcı hâle gelmiş olan şiir eleştirisi terimlerini daha
açıklayıcı bir şekilde ortaya koymaktır. En büyük yeri de imgelem ve muğlâklık
kısmına ayırmaktadır. Muğlâklık kısmında muğlaklık ve müphemlik arasındaki
farktan bahsetmektedir;
“Müphemlilik elimizde ikisi de
sınırlı olan ancak birbirlerinden ayrılan iki anlam olduğunda gerçekleşir.
Muğlâklık bir sözcüğün iki veya daha çok manası anlamın kendisinin belirsiz
hâle geldiği noktaya dek birbirlerine karıştığında olur.”[7]
İmgelem konusunda da bu sözcüğün 19.
Yüzyılın ortalarında ortaya çıktığını öne sürmektedir. İlk defa 17. Yüzyılda
ortaya çıkan imge kavramının Akıl Çağı’nda retoriğe karşı hissedilen şüpheden
doğduğunu ve bugünkünün tersine “şeylerin” imgeleri veya temsilleri anlamında
kullandığını hatırlatmaktadır.[8]
Eserin son bölümü Dört Doğa Şiiri’nde; William Collins,
William Wordsworth, Gerard Manley Hopkins, Edward Thomas adlı şairlerin
şiirlerine yakın okuma yapmaktadır. Şiirleri sadece biçimci yöntemle değil
toplumsal ve tarihsel içeriklerini de göz önünde tutarak bir okuma yapmıştır.
Muğla’da Bir Edebiyat
Öğrencisi
Muğla
Üniversitesi – Türk Dili ve Edebiyatı yükseköğretim programına
yerleştirildiniz.
İlk anda ne yapacağınızı
bilemezsiniz, kimimiz ailesini, kimimiz bavulunu, kimimiz hayallerini alıp
çıkar gelir bu sırtı dönük şehre. Ben Muğla’yı ilk gördüğüm anda böyle
betimlemiştim. Arkasını dönmüş bir şehir Muğla, Menteşe Dağları da bu olguya
onay verir gibisine durur bu şehrin arkasında. Buna karşılık üniversitesi
bağrını açmış bir Yörük anası gibi Anadolu’ya bakıyor. Sanki gelen Anadolu
çocuklarına ben buradayım dercesine bir duruşu bulunmaktadır. Şehir ile
üniversitenin iç içe, koyun koyuna olmadığı beynimde hemen zuhur etmişti.
Sonradan gördüklerim bu düşüncemi güçlendirmiştir. Size burada ilk elini açan, Kredi Yurtlar
Kurumudur. Benim için öyle olmuştu. Bu küçük kurum size çok şey öğretir,
dışarıdan cezaevleri kadar soğuk ve mesafeli bir görünüme sahip olsa da içinde
bir sıcaklık barındırır. Kyk benim için bir Anadolu profili olmuştur. Her
yerden farklı düşüncede, etnikte, dinde insanların bir arada bulunduğu bir
mekân, oda arkadaşınızı siz seçemezsiniz. Bu da size başkalarına karşı saygılı
ve duyarlı olmayı vura vura öğretir. Her türden insanla karşılaşabileceğinizi
ilk burada deneyimlersiniz. Sonra üniversite de aynı olanağı sunar ama orada
istemezseniz, katlanmak zorunda değilsinizdir. Bu sizde düzenliği oluşturur.
Benim yurtta ilk tattığım duygu nizâm olmuştur. Nizâm olmazsa kavga olur kaos
olur, farkında olmasak da sonraki hayatımızda bizi başarıya götürecek ana madde
nizâm olacaktır. Eğer ki nizâm aşk ile birleşirse sizi kimse tutamaz. Bu aşk
insanın içinde barındırdığı eğilimlerin toplamıdır, harekete geçme sürecini
tetikleyen bir görevi vardır. Amacım insanları bir yarış atı formatında
göstermek değildir, sadece insanın varoluşunun temelinde olan olguyu dışarıya
yansıtmalarına imkân vermektir. Sadece yurda giriş ve çıkış saatleri dahi bir
öğrencinin bütün hayatına ışık tutacak güce sahiptir.
Bazen
sizi sıkan tarafları da muhakkak olacaktır, bu gibi durumlarda ilk aklıma gelen
‘ya dışarıda kalsaydım’ düşüncesidir. İlk yıllarda anlaşılmayan bu durum
ilerleyen yıllarda dışarıdan dinlediğiniz ibretlik hikâyelerle daha da pekişir
hâle gelmektedir. Edebiyat Fakültesine çıktığınızda sizi üç tip öğrenci bekler;
birinci grup, puanı bu bölüme yettiği için
gelen, ikinci grup çalışkan ve proje öğrencisi ve üçüncü grup gerçekten
edebiyata ilgi duyan. Öncelikle birinci gruptaki öğrenci profilinden korkunuz.
Kendisine ait savunma mekanizmalarını etrafındakilere karşı kullanmaktadır ve
taraf aramaktadır. Çevresine yaylım ateşi şeklinde, nizâmdan uzak tutacak
fikirler saçmaktadır. Burada bu öğrencileri yermeye çalışmıyorum sadece
bunların elinde olmayan durumlardan çıkabilecek sorunlara değinmek
niyetindeyim. Çünkü bu duruma gelmeleri kendilerinden değil sistemden
kaynaklanmaktadır. Eğer ki bu fikirlere vurulursanız, edebiyat hayatınız
istediğiniz düzlemde geçmez. İlk olarak söylediğim nizâmı kaybedersiniz. Bu
öğrenci tipi edebiyat fakültesine bir meslek edinme yuvası, bir basamak evresi
gözüyle bakar ve okul bitince nasıl bir yanlışa düştüğünü anlayacaktır. Önemli
olan şudur ki, sınıfların yüzde sekseni bu öğrenci profilinden oluşmaktadır.
Yalnız gruplar arası geçişler mümkündür geç kalmamak şartıyla ve son grup
hariç. O grubun kaydı ta ilkokul yıllarında alınmaktadır. Son gruba üniversite de
dahil olunamaz.
İkinci
grup ise bir edebiyat aşığı değildir, görev ne ise onu derhal yerine getirir.
Okulun başlarında hocalar için bu grup favoridir. Bu grupta nizâm bulunur ancak
aşk bulunmaz. Edebiyat yerine metalürji mühendisliği okusalar da onlar için
fark etmez. Birinci grup, bunlar ile hiç iyi geçinemez. Çünkü bu grupta barınan
nizâm unsuru diğerleri için ulaşılması zor bir harekettir. Bu grubun belirgin
halde ki bir diğer özelliği devamlı yönlendirilmeye ihtiyaç duymalarıdır. Her
türlü kaynağı hocalarına sorarlar. Bir türlü okudukları kitapların dipnotlarına
ya da kaynakçasına bakmak akıllarına gelmez çünkü programlarında bu yoktur. Bu
profilde ki insanlar hayatlarında başarılı olamaz, demem asla, olurlar ama
sistem dışından müdahale gerekmedikçe, bu durum gerçekleşir. Şunu da
belirtmekte yarar var. Bizim bu öğrencileri ilk yılda belirlememiz, mümkün
değildir. Deneye deneye ancak öğrenilir. Ben şunu gördüm, hocalar sordukları
sorudan öğrencinin, nerde, hangi durumda olduğunu anlamaktadır. Onun için bu
grubun yaptıkları kendilerine yüzeysel birikimler kazandırmaktadır. Sınıfta
elle gösterilen bu öğrenciler, yüzde on beşlik bir kesimden meydana gelmektedir.
Birinci grup kendini bilir ama yaşam gücünü kırmamak adına hesaplaşma yapmaz.
Yapanlar ise ikinci gruba geçebilirler. O yüzden birinci gruptan, ikinci gruba
geçen öğrenci etrafını ve kendini tanımış bir
öğrencidir. Nizâmın ilk evresi de kendini tanımaktır. Bu sebeple, bu öğrenciler
ileride büyük işlerin habercisidir.
Üçüncü
gruba gelince bu öğrenci profili, sınıfın sadece yüzde beşini oluşturmaktadır
ve altın değerindedir. Kendisini üçüncü ve dördüncü sınıfta görebilirsiniz. Bu
insanlarda hem aşk hem nizâm bir arada bulunmaktadır. Edebiyat fakültesinin
asıl amacının edebiyat alanında uzman kişiler yetiştirmek olduğunu bilir ve
hocalardan sadece balık tutmayı öğrenir. Gerisini kendi çabasıyla
gerçekleştirir. Onun için fakülte sadece nizâmdır, aşk kendini kaleminde ve
okumalarında gösterir. Başta da belirttiğim gibi nasıl ki bu öğrenciler üçüncü,
dördüncü sınıfta beliriyorsa; ileriki hayatlarında da bir yapıcı olarak
belirecektir. Elbette ki bu gruplamanın dışında olan, öğrenci profilleri de
vardır. Benim yapmaya çalıştığım, mevcut olduğum sistemde oluşan havayı kendi
gözlemlerimden anlamaya ve anlatmaya çalışma üzerine kuruludur. Muhakkak ki
bunun sadece benim görüşlerim olduğu unutulmamalı.
Edip Cansever’in
“Yerçekimli Karanfil” Şiirinin Çözümlemesi
Giriş
Tam adı Ömer Edip Cansever olan
yazar, 8 Ağustos 1928 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İstanbul Erkek
Lisesinden mezun olduktan sonra girdiği Yüksek Ticaret Okulu’ndaki eğitimini yarım
bırakarak babasının Kapalıçarşı’daki dükkânında ticaret hayatına atılmıştır.
İstanbul Hadımköy’de askerlik görevini bitirdikte sonra 1976’ya kadar Kapalıçarşı’daki
dükkânında antikacılık yaptı. Nevzat Üstün ile birlikte Nokta dergisini
çıkarmıştır. 28 Mayıs 1986’da hayata gözlerini yummuştur.
Yerçekimli Karanfil, dili ve
söylemiyle, imge kullanımı ve anlatımdan yana olan duruşuyla Cansever şiirinin
ana merkezine oturmuştur. Edip Cansever, bu eseriyle İkinci Yeni diye tabir
edilen şairler hareketinin içine girmiştir. Eser 1957 yılında basılmıştır.[1]
Dış
Yapı
Dış yapı; dize, ölçü, uyak, nazım
birimi, nazım şekli ve rediflerden oluşmaktadır. Şiirde bu kavramların kullanım
alanlarını ortaya çıkararak, bir biçim oluşturulur.[2]
Bu yönden Edip Cansever’in Yerçekimli
Karanfil şiirine bakıldığında; bir
beşlik ve iki dörtlükten oluştuğunu söyleyebiliriz.
Bu bağlamda Yerçekimli Karanfil şiirini
tümdengelim yöntemiyle incelemeye alacağız. Toplamda 13 dizeden oluşmaktadır.
Bu yönüyle hacim olarak kısa bir şiirdir denilebilir. Ayrıca; dizelerin kendi
başlarına tek bir anlamı olmadığı ve şiirde süreğen dizenin[3]
oldukça fazla kullanıldığı açıktır. Üç örnekte iki dizelik süreğen dize, bir
örnekte üç dizelik süreğen dize, yine bir örnekte dört dizelik süreğen dize örneği
bulunmaktadır. Aşağıda şiirden alınan örnekte, dört dizelik süreğen dizenin
kendi başına bir dörtlük oluşturduğu görülmektedir.
“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp
sana veriyorum işte
Sende bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? Bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele”[4]
Şiirde kırık dize örneğine
rastlanmamaktadır. Toplam 76 kelimeden oluşan şiir, kelime dağarcığı olarak
tasarruflu bir sayıya sahiptir. Bu 76 kelimenin, 16 sı fiil, 60’ı isim
kökenlidir. Şiirin cümle yapısına bakıldığında kuralsız cümlelerin daha
ağırlıkta oldukları ortadadır. Şiirde ölçü olarak serbest biçim kullanılmıştır.
Uyak ve redif içermemektedir. Şiire soru cümlesi ile başlanmış olup, şair
öznesi burada ilgi çekici bir başlangıç yapmayı hedeflemiştir. Bu soru şair
öznesi tarafından bilinmektedir ve hemen cevaplandırılmıştır. Şiirin sekizinci
dizesinde yine aynı şekilde soru cümlesi ile başlanmış ve cevabı ardından
verilmiştir.
İç
Yapı
Şiir kitaba adını veren eser olduğu
için önemli bir yere sahiptir. Genel olarak şiirin iç yapısını irdeleyeceğimiz
bu bölümde, baştan sona doğru akışsal bir yöntem kullanılacaktır. Şair öznesi,
şiirin başında bir soru cümlesi kurmuştur. Bu soru cümlesinde, karşısına bir
nesne, kişi veya bir topluluğu aldığı görülmektedir. Bu sebeple soru, şair
öznesinin kendince bildiği bir noktayı işaret etmektedir, bu soru ile
bilmediğini öğrenmek değil, bildiğini dışarıya bildirmeyi amaçlamaktadır. Şair
öznesinin kendi içinde bildiği ama bir türlü dış ses ile söyleyemediği, bu soru
ile aktarılmaktadır.
Sonrasında az az yaşıyorsun içimde cevabıyla, şair öznesinin kendi dünyasına
girdiğini ve buradakine bir seslenme olduğu görülmektedir. Şair kendi iç
dünyası ile olan bağlantısını sorular ve cevaplar şeklinde ulaşmıştır. Az az yaşamak söylemi şair öznesinin,
iç dünyasının sancısına işaret etmektedir.
Az az yaşamak, yaşamak ve yok olmak arasındaki ince çizgide gelip gidişin
göstergesidir.
Şiirin ikinci dizesinde, bir
birlikteliğe karşı duyulan özlem aktarılmaktadır. Güzel söylemi bu birlikteliğin getireceği sonucun bir göstergesi
olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiirin birinci dizesinde başlayan yalnızlık,
bundan sonra yerini şair öznesinin beraberliğine işaret etmektedir. Şair öznesi
beraberce yaptıkları olayları üçüncü dizesinde yer vermiştir. Rakı içmek
beraber yaşanılan bir durumdur. Ayrıca şiirin tümüne bakıldığında şairin tüm
fiilleri şimdiki zaman çekiminde kullandığı ortadadır. Bu durum şiirin
genelinde bir şiir-hikaye çıkarılabilmektedir. [5]
Artzamanlı
bir gidişat görülmektedir. Şairin üçüncü dizede gibi edatıyla bağladığı içe karanfil düşmesi deyimi alışılmadık
bağdaştırmadır. Düşme eylemi, dünya yüzeyindeki yerçekimi ile açıklanmaktadır.
Şiirin başlığındaki karanfil imgesinin önünde barındırdığı söylemi harekete
geçirdiği görülmektedir. Karanfil düşmesi alışılmış bir durumdur ancak insanın
içine karanfil düşmesi alışılmadık bir alışılmadık bir söylemdir. Burada
okuyucunun şimdiye kadar bildikleri şairin bir imgesiyle açıklanmaktadır. Gibi benzerlik edatının, rakı ve karanfil
imgeleri arasında bağıntı kurduğu ortadadır. Çünkü; içmek eylemi ile içe
düşmesi eylemi arsında da bir paralellik bulunmaktadır. Bu iki eylemin,
nesneleri arasındaki bağıntının bulunması zordur. Şair, özlemini paylaştığı
kişi ile Şair özlemini paylaştığı kişi ile sunduğu bir hareket tasvirinden
sonra ortam tasvirine geçmiştir. Burada da yine okuyucunun karşısına
alışılmamış bir bağdaştırma olan ‘ağacın işlemesi’ vakası çıkmaktadır. Bu
işlemi sesi ‘tıkır tıkır’ olarak verilmiştir. Tıkır tıkır kelimesinin
oluşturduğu söylem bize saat işleyişini hatırlatmaktadır. Saatte zaman
kavramının yöneticisi durumundadır. Burada şair zamanın devam olarak
işlediğini, bu zaman akışında midenin ve aklın azalacağını ifade etmiştir. Mide imgesi dünya nimetleri ve geçim
derdi olarak karşılık bulmaktadır. Ayrıca, dünyadaki varlığın ve aklın,
bilginin zamanın karşısındaki acizliğinin de bir göstergesidir. Aslında başta
verilen karanfil imgesinin karşılığı bu mısralarda belirmektedir.
Karanfil imgesinin iyice irdelendiği
ve paylaşıldığı kısım altıncı dizeden itibaren başlamıştır. Başlarda özlem
duyduğu, şimdi yanında olan nesneye bir ithafta bulunmaktadır.
Şairin karanfile yüklemiş olduğu
anlam ortaya çıktığında, bütün şiirin ne anlattığı da ortaya çıkmaktadır.
Burada şu düşünce üzerinden gitmekte fayda var; ‘yerçekimi’ imgesi ne
anlatmaktadır? Dünyanın çekim kuvveti, üzerindeki her nesneyi, maddeyi kendine
çekmektedir. Bu şiirde de karanfil her şeyi kendine çekmektedir. Şair burada, karanfil
imgesi ile ölümü anlatmaktadır. Zamanın işlemesi, bütün canlılar için ölüme
doğru bir yerçekimi oluşturmaktadır. Bu anlam çıkarımından sonra, şairin ne
anlattığını daha iyi bir şekilde ifade etmek mümkün kılınmıştır.
Şiirin
ikinci kısmı olan ilk dörtlükte, ‘karanfile
eğimlisin’ derken, şair öznesinin özlediği nesnenin aslında içindekinin
ölüme yatkınlığını aktarmaktadır. İlk dörtlüğün birinci dizesinde şair öznesi,
‘alıp sana veriyorum’ derken, yine
bir alışılmışlığı da yıkmaktadır. Ölüm paylaşılan bir olay mıdır? sorusu akla
gelmektedir. Şair ilk dörtlükteki dizelerinde ölümü insanlar arasında
paylaştırmıştır. Paylaşılınca daha da güzel olacağını anlatmaktadır. Bu şiirde
üzerinde durulacak bir diğer nokta, ilk beşlikte ana merkezde özlenilen nesne yer
alırken, burada yerini karanfile bırakmıştır.
İkinci dörtlüğün ilk dizesinde, şair
öznesi ve şair özlemi olan nesnenin başlattığı bu eylemin bir sevda şeklinde
büyüdüğü ifade edilmiştir. Ancak şair öznesi, tüm bunları anlattıktan sonra
özlediği nesne/kişi ile olan vakasını, karanfili ona vermekle bitirmişti.
Şair öznesi, özlediği nesnesi ile
başlattıkları bu olaydan sonra, ona varmaya, onunla temas kurmaya, ona
yanaşmaya çalışır fakat öyle olmadığı fark eder. İzaha geçer. Baştan beri
özlediği, bir türlü birleşemediği nesne/kişi ile şiirin sonunda sessizce
birleşmiştir. Bu birleşmeyi şu şekilde açıklamaktadır; ‘beyaza keser gibisine yedi renk.’ Dünyadaki renkler, beyaz rengin
güneş ışığı ile birleşmesi sonucu oluşmaktadır. Şair burada renk imgesini kullanarak,
teklikten çok olmayı anlatmaktadır. Aynı şekilde çokluk temini yukarıda da
dizelerine yansıtmıştır.
Üslup
Edip Cansever daha şiirinin
başlığında alışılmadık bir söyleyiş ile karşımıza çıkmaktadır. Yerçekimli Karanfil o zamana kadar
söylenmemiş bir tarzın imgesi niteliğindedir. Düşünüldüğünde böyle bir tasvirin
olması oldukça zordur. Anlam açısından da okuyucu için zorluk teşkil etmiştir.
Şiirin başlığının verdiği tutum,
başlarda yerini ince bir tınıya bırakmaktadır. Şair bu tınıyı, şiirde yarattığı
hava ile sağlamaktadır. Kelimelerin retoriği ve baştaki ikileme bu havayı
yaratmaktadır. Şairin verdiği hava içerisinde kaybolan okur, yine alışılmadık
bir söylem ile karşılaşmaktadır. Cansever ‘içimize
bir karanfil düşüyor gibi’ benzetmesiyle alışılmamış bir bağdaştırma
yaratmaktadır. Yakaladığı bu havayı ‘ağaç
işlemek’ , ‘karanfile eğilimlisin’ gibi kelime gruplarıyla sürdürmektedir.
Şair şimdiki zaman ile çekimlenmiş fiillere de çokça yer vererek şiirdeki
canlılığı artırmaktadır. Şiiri adeta hareketlendirmektedir.
Kaynakça
Cansever
Edip, Gelmiş Bulundum, Haz.: Bedirhan
Toprak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011
Çetin Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Kitabevi Yayınları, Ankara, 2011
Çetişli İsmail, Metin Tahlillerine Giriş/ 1 Şiir, Akçağ Yayınları, Ankara, 2010
Yivli Oktay, Metin
Eloğlu’nun Şiiri, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara, 2013
Ebubekir Eroğlu- Modern
Türk Şiirinin Doğası Kitabının İncelenmesi
Ebubekir
Eroğlu’nun bu eseri 1993 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmıştır.
Deneme türündedir. Eserin üzerine çalışma yaptığımız kitabı ise 3. baskı olup
2011 yılında basılmıştır. 100 sayfadan oluşan eser, 9 ana başlıktan
oluşmaktadır. Kitabın başında Eroğlu ikinci baskı için notlar kısmı hazırlamış
ve kitabın gördüğü ilgi üzerine yeni bir ön söz yazma gereksinimi hissetmiştir.
Eserin içine
girdiğimizde Eroğlu’nun; “gelenek”, “modernizm”, “metafizik” kelimelerini
söylem olarak seçtiğini belirtebiliriz. İlk olarak “Geleneğin Tek Katmanı”
bölümünde; klasiklerin önemine, gelenek kavramının yüklendiği anlamların
negatif izlenim taşıdığını görüyoruz. Ayrıca Türk şiirinin bir merkezi
olmadığına, dalgalanmalara sahne olduğuna kanaat getiren Eroğlu kendine ait bir
şiir inceleme metoduna da yer veriyor.
Daha sonra
esere ismini veren “Modern Türk Şiirinin Doğası” denemesi karşımıza
çıkmaktadır. Burada kronolojik bir sıralama ile eleştiri yapıldığı göze
çarpıyor. 1900’lerden başlayan bu sıralama 1980’lere dek götürülmektedir. İlk
olarak “1900’lerin İki Eşiği” adlı alt başlıkta; Türk şairinin Avrupalı
şairlerin modernleşme karşısında çektiği sancıların bir benzerini, varolmak
kaygısı ile yaşamakta olduğunu, bu dönemde tavsiye edebilecek iyi bir şiirin
çok az olduğunu ve Türk şairinin güvensiz bir yöntem ile şiire yaklaştığını
ifade etmektedir.
Bu bölümde
Eroğlu 19. yy’da yaşanan değişimin iki yolda gerçekleştiğini söyler. Bunlar;
-
Duyum Ögeleri
-
Kavram Öğeleri
olarak adlandırılmaktadır. Duyum
öğelerinin toplum hayatını doğrudan algılandığı noktaları işaret ettiğini;
kavram öğelerinin ise günlük hayatın işleyişini karşıladığını aktarmaktadır.
Şairlerin Batı’da yaşanılan duyum tarzının kökleri ile alış-veriş devresini
kuracak güçte olmadığını belirtmektedir.
Eroğlu,
Muallim Naci ve Yahya Kemal örnekleri vermiştir. Zira söz konusu şairler eski
şiirin tadını yaşatmaktadır ve halkta buna yabancı değildir. Bu şairleri seçmiştir
çünkü bu sayede Türk şiir sahasının bu ve benzeri şairler ile daha berrak
olacağını düşünmektedir. Bu bölümde eskiyi sadece bir döneme ait olarak
algılayan şairleri eleştirmektedir. Bu tarz şairlerin küçük hedefleriyle
problemli bir şiir ortaya koyduklarını söylemektedir. Ayrıca Akif’in modern
şiirinin amaçlarından birini başardığını, bunu konuşma dilindeki doğallığı şiir
diline katarak yaptığını belirtmektedir. Tevfik Fikret’e de, dili ile, kültürel
atmosferi ile ileri gitmeyen şair vasfını yüklemektedir. Yazarın bu bölümde ele
aldığı bir başka konu ise şudur; Batı dünyasının şiirin modernleşmeye girdiği
süreç, modern şehir hayatının gelişmesi ve sanayileşme ile paralel olarak
gerçekleşmektedir. Bizde ise böyle bir şeyin oluşmadığını şairlerimizin yöneldiği
dünyaların bizim şiir dilimizde olmadığını, Batı’yı taklide elverişli araçlar
deposu olarak gördüğünü dile getirmektedir.
1900’lere
getirdiği bu eleştirel bakıştan sonra “Ritmin Zaferi ve Çeşitlenme” ile 1930’lu
yıllara ait düşüncelerini açıklamaktadır. Şiirimizin halkın erişmek için can
attığı hayattan gelmeyen malzemelerle sürdürülmesi bir dağılma yarattığını ve
bu dönemin şiirinde en büyük sorun olarak ‘tekleşme’ probleminin yaşandığını
belirtmektedir. Sınırlayıcı bir yaklaşımın var olduğunu ifade etmektedir. Bu
dönem şairlerinin klasiklerin getirdiği durgunluk ile tarihi durumun zorladığı
hareketlilik arasında bocaladığını anlatmaktadır. Bu bocalama Necip Fazıl
örneğiyle desteklenir. Tüm bu şartlara rağmen 1930’lu yılları bir atılım olarak
görmektedir. Bu dönem şiirinin serbest şiir için bir köprü görevi üstlendiğini
düşünmektedir. 1940’lı yıllarda kuşaklar arasında bir çatışma yaşanmadığını
düşünen Eroğlu, çatışmanın kuşak içindeki değişik algılama biçimlerinin
sahipleri arasında cereyan ettiğini söylemiş ve bu dönemi bir ‘relax’ hali
olarak nitelemiştir.
Eroğlu, 19. yy da modern
şiirin karakterine giren bu oluşumları, bir temel değil süreç olduklarını,
hatta bu sürecin zayıf halkaları olarak nitelendirmektedir. Bu
bağlamda 1950’li yılları ise, modernleşmenin tarif edildiği bir ortam olarak
görür ve modern şiirin hemen hemen bütün kollarının yansıdığı yer betimlemesini
yapar. Modern öncesi değerlerinde yeni şiir diline girdiği bir ortamın
oluştuğunu söylemektedir.
Yazar,
Türk şiirinin modernleşmede ilerleyişini, kırılmadan ve sindirilmeden geçen
dönemlerin çokluğu yüzünden ‘kendini arayan şiir’ olarak niteler. Bu
dönemi ‘Modernleşmenin İçi ve Ertesi’ bölümünde irdelemektedir. Bu bölümde de
‘modern dünyanın sunduğu öğelerle sınırlı kalmak gerektiğini’ söyleyen bir
havanın hakim olduğunu, ancak şairlerin özgürlüklerine sahip çıkan bu havanın
kırıldığını ifade etmektedir. Modern öncesi dönemin öğelerini modern şiirimizde
kullanan ilk ses bayrağı olarak da Sezai Karakoç’u göstermektedir. Onun
şairane içtenliğinden söz eden yazar, onu özümsenmiş eski kültürümüzden
beslenen dini duyarlılıktaki saflığın, hatta duanın müşterekten çıkıp
dalgalandığı ilk şair diye ifade etmektedir.(s.51)
Eroğlu,
şiirimizde modernleşmenin başlangıcını 19. yy’a kadar götürür ve bu açıdan
Batı’dan gelen etkilerin ‘serpilme’ şeklinde başladığını ve bu etkinin
neredeyse unutturucu karakteriyle öne çıktığını ifade eder.
Eserin
en başından beri şairlerin bir sancı yaşadığını, bu sancının şiir diline
yansıdığını yer yer aktaran yazar; ‘Yüzyılın Son Çeyreği: Karmaşa ve Sancı’
başlıklı bölümde yine kronolojik bir tarih sıralamasıyla şiir eleştirisini
yapmaktadır. Yazar şairleri tek tek irdelemek yerine, dönem dönem incelemeyi
tercih etmiştir. 1950’li yıllara kadar bu sancının eski şiir-yeni şiir
mücadelesi şeklinde görüldüğünü belirtmektedir. (s.60) 70’li ve 80’li yıllarda
bir kimlik sancısının yaşandığını, ‘ben’ kavramının o zamanki tariflerden birine
yerleşme çabası içinde olduğunu, bu sebepten bir azap yaşandığını dile
getirmektedir. Bu dönemdeki yazı, eser bolluğu ile eleştiri mekanizmasının iyi
işlemediğini şiir ortamının berraklıktan uzak olduğunu söylemektedir.
Yazar
bu bölümde; eserinde anlattıklarının bir bilim adamı veya bir eleştirmene ait
olmadığını, sadece kendi ürün verdiği sahada neler olup bittiğini merak eden
birine ait olduğunu dile getirmiştir.(s.63)
En
baştan beri üzerinde durduğu sancıyı bu bölümde daha net şekilde karşımıza çıkarmaktadır.
Türkiye’deki Batılı sanat algısı, Batılı olmayan hayat algısı ortamlarından
geçerek gelmiştir ve burada devamlı yaşanan atmosferin verdiği şiir kalıpları
çıkardığını söylemektedir. Eroğlu’na göre modern şiir 1950’li yıllarda
başlamaktadır. Doğulu tarzdaki hayat algısının, modern şiir dili içinde ifade
edilmesini sağlamasına çokça vurgu yapmaktadır.
Ayrıca
şiir hakkında çalışma yaparken, metni esas alan eleştiri yöntemlerinin
kullanılmasının daha doğru olacağını düşünmektedir. Geçen yüzyılda şiirde
modernleşmenin zorunlu olduğunu hissettiren bilincin düştüğü hatayı
söylemlerindeki yanlışta bulmaktadır. ‘Yenilenmek’, ‘modernleşmek’ gibi
kavramları değil ‘Avrupalı olmak’ kavramını kullanmayı yeğlediklerini
belirtiyor. ‘Modernizme Kuş Bakışı’ denemesinde; yazara göre, şiirde
modernleşme sanayi toplumunun ortaya çıkış sürecinde, hayatın geleneksel tarzda
algılanmasının yetersizliği ile ortaya çıkmıştır, bu çok keskin bir dönemdir.
İşte bu noktada şehirleşmeye başlayan insanın sancısı ortaya çıkmıştır. (s.82)
Burada
şairin özerkliği konusunda oldukça çok durmaktadır. Bu dönemde ilhamın yerini
enerji almıştır, şairin özerkliğinin ele alınması uğruna modern şairdeki
enerjinin kaynağı üzerine çok durulmamış, daha çok işleyişi üzerinde
durulmuştur. İşte bu işleyişin ‘şiir dili’ olduğunu belirtmektedir. Modern
şiirde içerikten çok teknik üzerinde durulduğunun da altını çizmektedir.
Yazarın
yeni şiirdeki canlılık düşüncesi, eski dönemlerde güçlü bir şiir varlığına
sahip olduğumuzu söylemesiyle oraya çıkmaktadır. Modern şiirdeki ‘imge’
öğesinin kolaylıkla yer edinişi, eski şiirimizin hayal gücünden kaynaklandığını
ifade etmektedir.(s.89)
Günümüz
olarak nitelediği 1984 yılında bir değişim sancısının var olduğunu, bu sancının
poetik meselelerden kaynaklandığını, kitabın son denemesi olan ‘Şiir, Gençlik,
Yaşlılık vs.’ bölümünde aktarmaktadır. Şair bu dönemde düşünsel bir birikimin
yokluğundan yakınmaktadır. (s.91) Bu yüzden büyük eserlere ulaşılamadığını ve
kendi deyimiyle ‘şiirin adeta kendi dizleri dibine çöktüğünü’ ifade etmektedir.
Poetik ve estetik meseleleri ele
alınışın bile hala çeviri eserlerle karşılandığını belirtmektedir. Şiirin bir
gençlik meselesi olmadığını, belli bir düşünsel birikiminin olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Bunu da ‘gençken yazılmış iyi şiirler vardır ama hiçbir büyük
eser yoktur’ sözüyle açıklar. (s.93).
Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore Adlı Eserinde Metinlerarası İlişkiler
Giriş
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Sodom ve
Gomore’yi 1928 yılında bastırmıştır. Eser konu olarak; İstanbul’un İtilaf
Devletleri tarafından işgal edildiği dönemde gerçekleşen iğrenç çıkar
ilişkilerini ve insanların para hırsı ve şaşalı yaşamak amacıyla, ne gibi
iğrenç hallere düşebileceklerini anlatmaktadır. Roman işgal kuvvetleriyle memleketin
yerlileri arasında geçmektedir. Captain Jackson Read, İngiliz gururu kibrini,
Captain Marlow ise İngiliz ahlakının çöküntüsünü temsil etmektedir. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu bu kitapta Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da yaşayan bir
zümreyi ve bu zümre içerisinde yaşayan insanların ilişkilerini anlatarak, o
dönemin ahlak yapısını ortaya çıkartmaktadır. Tarafımızca Yakup Kadri’nin bu
eseri, postmodernizm ile birlikte kavramlaşmaya başlayan bir yöntem olan
metinlerarası ilişkiler üzerinden yeni bir okuma yapılacaktır. Bu okumada yol
göstericiliği ve metinlerarası kavramlara getirdiği açık tanımlar açısından
Kubilay Aktulum’un Metinlerarası
İlişkiler eseri esas alınacaktır. Metinlerarası kavramların ışığında bir
çözümleme yapılacaktır.
1.
Yansılama (Parodi)
Yansılama, metinlerarası yöntemlerde bir
metni bir başka metne türev ilişkisine göre bağlamaktadır. Bu konuda Gerard Genette, bir şarkıyı başka bir tonda söylemek, yani bir melodiyi başka bir ses
perdesine geçirmek demiştir.[1]
Yazın alanına uygulandığında, yansılama bir metni başka bir amaçla kullanmak,
ona yeni bir anlam yüklemektir.
Eğer
bir ana metin ile gönderge metin arasındaki ilişki konu düzeyinde
gerçekleşiyorsa, “yansılama” öne çıkar. Bu durumda bir yapıtın biçemi
değiştirilmeden konusu değiştirilir.[2]
Yukarıdaki alıntıda Kubilay Aktulum yansılamanın konu değişikliğinde ortaya
çıktığını ifade etmektedir. Burada biçemin aynı kaldığı konusunun altı
çizilmektedir. Bu açıdan Sodom ve Gomore’ye bakıldığında öncelikle eserin adı,
Tevrat’ta geçen Sodom ve Gomore kentlerinin isimleri ile benzerlik taşıdığı ilk
göze çarpan olaydır. Konu olarak ta Tevrat’a bakıldığında, ilk kısmı olan yaratılış
konusunda Sodom ve Gomora[3]’nın
büyük suçlama altında oldukları belirtilen iki kent olarak verilmektedir. Burada Lut’un evine iki melek misafirliğe gelir ve
Lut’a çocuklarını ve damatlarını alıp şehri terk etmesini söylerler. Daha sonra
Sodom halkı Lut’un evinin etrafını sararak o iki yabancıyı kendilerine teslim
etmelerini söylerler. Tevrat’ta Sodom halkının eşcinselliğine vurgu yapılır. Getir onları da yatalım.[4]
Sonrasında ise Lut onlara el
değmemiş kızlarını vermeyi teklif etse de adamlar yine de kabul etmezler. Bunun
üzerine Lut kapıyı kapatır ve evden kaçarak gider. Sonra RAB Sodom ve Gomora’nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı.
Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok
etti.[5]
Olarak geçmektedir. Kuran-ı Kerim de
ise Sodom ve Gomore ismi geçmez ama aynı olayı anlatan Araf Suresi, Hud Suresi, Ankebut Suresi bulunmaktadır. Bu surelerde
Lut kavminin helâk oluşu anlatılmaktadır.
Tüm bu olaylar ile Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’sinde metinlerarası
ilişki bâbında bir yansılama metodunun uygulandığı ortadadır. Sodom ve
Gomore’de İstanbul bu iki şehrin içerisinde barındırdığı unsurları Kurtuluş
Savaşı sırasında barındırmaktadır. Yazar
Kutsal Kitaplar da geçen Sodom ve Gomora da kine benzer bir durumu,
eşcinsellik üzerinden ve insanların para hırsı yüzünden nasıl hallere
büründüklerini göstermeye çalışmıştır. Adeta bir Sodom ve Gomora yaratmaya
çalışmıştır. Sodom ve Gomora halkının düştüğü durumu eserde Leyla, Major Will,
Azize Hanım, Madam Jimson üzerinden verilmiştir. Leyla eserde hem Türk
sevgilisi olan Necdet’i kullanmaktadır, hem de İstanbul’dan kurtulmak için
işgalci kuvvetlerin komutanlarından biri ile aşk oyunu oynamaktadır. Leyla
burada çıkarları uğruna bütün geleneğini, bağlı bulunduğu milletin değerlerini
satan bir kuşağın temsilcisidir.
Leyla, İngiliz komutanı Captain Jackson
Read’in yapısını ve konumunu beğenmektedir ve onu kurtuluşu olarak görmektedir.
Bu sebeple devamlı olarak onun peşinden koşmakta ve onu etkilemeye
çalışmaktadır. Sürekli İngilizlerin düzenledikleri balolara katılmaktadır.
Buralarda sabahlara kadar içip, kendini Captain Jackson’un kollarına atmaktadır.
Bu arada da Necded ile de nişanlıdır. Bir diğer kişi ise Major Will’dir. Will
İngiliz kültürünün kötü tarafını temsil etmektedir ve kendisi eşcinseldir.
Eserde devamlı olarak Will’in eşcinsel tutumu ön plana çıkarılmaya
çalışılmıştır. Burada amaç homoseksüellikleri ile bilinen Sodom ve Gomora
halkına yansılama yapmak amaçlanmıştır. Eserde birkaç yerde bu tutum açıktan
olarak verilmektedir;
“kadınların
dekolteleri insanın zihninden her fena düşünceyi kovacak kadar hilesizdi. Lakin
buna rağmen Major Will’in salonları, caz denilen barbar musıkinin ahenginde
iki, kızın Sodom’cu sarmaşmalarından, iki rakip arasında bir kan dökümüne kadar
her çeşit ihtiraslı hâdiselere sahne oldu.”[6]
“iki
genç kız arasında geçen Sodom’cu sevişmenin bütün teferruatını alçakça seyredip
duruyormuş.”[7]
“Jackson
Read, ateşli bir Mukaddes Kitap okuyucusu olan annesinin hayalinde Türkiye’nin
bir Sodomve Gomore’den, bir Babil’den, bir Ninova’dan farkı olmasa gerekti.
Zira Mukaddes Kitap’ta isyanları ve günahları dolayısıyla Allah’ın gazabına
uğramış lanetli ülkelerin her bahsi geçtikçe ihtiyar kadın hemen başını sallar:
‘Mutlaka şimdiki Türkiye de böyle bir şey olacak!’ derdi” [8]
Yazar Major Will üzerinden, Sodom ve
Gomora, Lut kavmi ile bir bağlantı kurmuştur. Diğer bir nokta ise aslen Türk
olmalarına rağmen, ülkelerine işgal eden komutanlara bakış açısıdır. Burada da
yazar İstanbul’u bir anlamda Sodom ve Gomora yapmaktadır. Çünkü burada
insanların kendi öz benliklerini, kültürlerini, ahlaklarını bırakıp çıkarları
uğruna her türlü pisliğe bulaştıkları görülmektedir. Azize hanımın davranışları
bu düşünceleri onaylayan niteliktedir. Azize hanım kocasının ilgisizliğinden
dolayı Captain Marlow’a yanaşmaktadır. Böyle olayların arka arkaya geldiği
eserde son olarak; iki bacağını savaşta kaybeden bir Türk askerinin tramvaya
binme sahnesinde yaşanmaktadır. Burada yine bir İngiliz zabiti ve Türk kızı
tramvaya binerken bu zabitin eline aldığı iskarpinlerin üzerine basarlar, bu
hareketten sonra bağıran zabite birde azarlayarak cevap verirler. Bu durumdan
sonra beri, İstanbul’da sadece Leyla için kalan Necdet’in yüreği parçalanır ve
artık Anadolu’ya geçmeye karar verir. Artık Leyla onun için hiçbir şeydir.
Buradaki konu bizi, Tevrat’ta anlatılan Sodom ve Gomora’ya götürmektedir. Lut
nasıl ki kendisini Sodom ve Gomora’ya gelen azaptan kurtardı ise Necdet’te aynı
şekilde kendisini İstanbul’un bu Sodomvari tutumundan kurtarmıştır.
Yansılama metodunun kullanıldığı tek
eser Kutsal Kitaplar’daki Sodom ve Gomora olmamıştır. Eserde yer alan ve eser
boyunca İngiliz ahlakını vermeye çalışan isim Captain Jackson Read üzerinden
yansıtılmaktadır. Yazar eserinin başında, Captain Jackson Read’ı betimlerken
onun, güçlü yapısı ve en çok ta kadınları etkileyişinden bahsetmektedir ve onun
Don Juan maskesi taktığını belirtmesi bizi bir başka metinlerarası ilişkiye
götürmektedir.
“Sıcak
bir yaradılışınız var; soğuk görünmeye çalışırsınız. Romanesk ve saf
yüreklisiniz, şüpheci ve materyalist süsü takınırsınız. Kuruntulusunuz, bunu
merhametsiz bir Don Juan maskesi altında saklarsınız. Bütün bu sıkıntılı
rolleri kimin için oynuyorsunuz? Birkaç tane beyinsiz kadını hayrete düşürmek
için mi?” [9]
Burada Don Juan adlı bir efsaneye
yansılama yapılmaktadır. Bu efsaneye göre; Don Juan adında bir genç soylu bir
ailenin kızını baştan çıkararak, kızı kendine aşık etmiştir ve kızın babasını
öldürmüştür. Daha sonra mezarlıkta babanın heykelini saygısızca kendisiyle yemek
yemeye davet etmiş ve heykel daveti kabul etmiştir. Babanın heykeli yemeğe Don
Juan’ın ölümü için gelmiştir. Heykel Don Juan’ın elini sıkmak istemiş ve Don
Juan elini uzattığında onu cehenneme sürüklemiştir. Sodom ve Gomore eserinde de
Captain Jackson bu görevi üstlenmiş durumdadır. Efsane de olduğu gibi aklına
girdiği kadınların hayatlarını bozmaktadır. Jackson romana adeta Türk
kadınlarının akıllarını çelen bir Don Juan görevi görmesi için esere
alınmıştır. Tasvirleriyle ve kadınların ona olan ilgisi bunun bir göstergesi
niteliğindedir. Hele o delikanlı… O
tunçtan bir genç Tanrı heykelidir.[10]
Bunun gibi birçok betimleme ile
Captain Jackson’un Don Juan efsanesine dönüştürüldüğü görülmektedir. Efsaneye
göre zarar gören kızın babası olurken, Sodom ve Gomore’de Necdet zarar
görmektedir. Her iki metinde de aşık olan kızın bir etkilenmekten başka işlevi
yoktur. İki metinde de sonunda Don Juan istediğine erişememektedir. Sodom ve
Gomore’de tekrar Leyla’nın evine giden Captain Jackson, kendisine kapının
açılmamasıyla karşılaşır. Ayrıca roman boyunca mektuplaştığı annesinin bir
isteğini bile yerine getirememesinden yakınmaktadır. İstanbul’a geldiklerinde
bütün bu topraklarının sahibi olduklarını sanırlarken, sonunda hiçbir şey
alamadan gitmişlerdir. Bu durum bize Don Juan’ın sonunda cehenneme çekilmesini
anımsatmaktadır.
Eserde geçen diğer yansılama
örnekleri ise şöyle sıralanmaktadır; Faust, Genç Werther’in Acıları, Romeo ve
juliette, Binbir Gece Masalları dır.
Goethe’nin Faust adlı eserinde,
eserin başkahramanı olan Faust hayatını felsefeyi, tıbbı, doğa bilimlerini
çözmek için gençlik ve olgunluk çağını harcamıştır. Geri dönüp bakan Faust,
yanlış yaptığını anlar ve bu memnuniyetsiz durumdan kurulmak için ruhunu
şeytana satar. Sodom ve Gomore’de ise Captain Maslow ve Captain Jackson
arasında geçen bir konuşmada kendisinin Faust gibi olmadığını, ruhunu size(
Captain Maslow ve onun gibilere) satmadığını, bu tuzaklara düşmediğini ifade
eder.
“Fakat
ne yazık ki ben Faust gibi saf yürekli değilim ve bunu siz herkesten daha iyi
bilirsiniz. Tam on senedir beni ‘cinsi latif’ aleyhine kendi Gomore’lik
meyillerinize çekmek istediniz .”[11]
Diğer bir eser ise William Shekaspeare’in
Romeo ve Julliette’tir. Burada Julliette’nin yazıldığı zaman ile günümüz zamanı
arasında bağlantı kurularak, bir mizah unsuru olarak kullanılmaktadır. Yazar
eserin yazıldığı dönemde, kadınlara duyulan aşkın inanılmaz biçimde abartılı
olduğunu yansıtması açısından Captain Marlow’un ağzından şu cümleleri verir; “Hamdolsun ki Romeo- Juliette zamanında
telefon icat edilmemişti. Yoksa şairler vasıtasıyla bize nakledilen ahların
vahların kırk katını dinlemek zorunda kalacaktık” [12]
Goethe’nin Genç Werther’in Acıları
adlı eserinden bir yansıma da Sodom ve Gomore’de kendine yer bulmuştur. Eserde
Werthervâri olarak geçen kelimenin biz, Goethe’nin bu eserine bir yansılama
yaptığını anlıyoruz. Burada anlatılmak istenen Werther’in Lotte ile olan ve
dostluk- aşk arasında sıkışan bir hayattan bahsedildiğidir. Sodom ve Gomore’de
de böyle bir telkinde bulunularak, “Hemen
Allah sizi Werthervâri aşklardan sakınsın!”[13]
Doğu edebiyatında masal geleneğinin
en bilindik eseri olan Binbir Gece Masalları’ndan anlatım şekli esere
yansımıştır. Captain Jackson Read, Marlow’a gördüğü bir rüyayı anlatırken,
Binbir Gece Masallarında Şehrazat’ın
masalı anlattığı ortamın betimlemesini yapmaktadır.
“Tıpkı
‘Binbir Gece’ masalı buluşmalarında olduğu gibi bir sakallı uşak önüme düştü,
beni bir karanlık araba kapısından geçirdi, ayak altında çıtır çıtır çıtırdayan ince hasır döşeli merdivenlerden
çıkardı ve bir geniş divanhanenin eşiğinde, başı örtülü bir ihtiyar kadına
teslim etti.”[14]
2.
Gizli Alıntı (Aşırma)
Kubilay Aktulum eserinde; bir sözcenin ayraçlar ya da italik yazı
kullanılmadan, sözcenin geldiği yapıt ya da yazarın adı belirtilmeden yapılan
alıntıdır [15]diye
tanımlamaktadır. Sodom ve Gomore’nin son bölümünde Türk ordusu, Yunanlıları
İzmir’den çıkarttıklarında geriye dönüp arkasına yaşanılanlara bakan, Necdet;
içinde bulunduğu durumun fakına varır ve kendisini nasıl böyle bir hataya
düştüğü konusunda sorgulamaya başlamaktadır. Yazar bu sorgulamayı Homeros’un
İlyada ve Odesiyya destanlarında geçen bir parçayı yazarın adını ve eserini
vermeden olduğu gibi Necdet’in kafasındakiler olarak yansıtmaktadır.
“Genç adam, Truva kalesinin
etrafında galip Achille’in hiç sönmeyen bir kin ile mağlup düşmanı Hektor’un
cesedini zafer arabasına bağlayıp niçin yerden yere sürükleyerek dolaştığını ve
nihayet bununla da öfkesini alamayarak bir kayanın üstünde niye yumruklarını
ısırdığını şimdi her vakitten daha iyi anlıyordu.” [16]
Kaynakça
Aktulum Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, Öteki
Yayınları, Ankara, 2000
Byron Lord, Don Juan, Çev., Halil Köksel, Yapı Kredi
Yayınları, Kâzım Taşkent Klasikler Dizisi, İstanbul, 2003
Goethe Jon Wolfgang Von, Genç Werther’in Acıları, Çev., Nihat
Ülner, Can Yayınları, İstanbul, 2007
Goethe Jon Wolfgang Von, Faust, Çev., İclal Cankorel, Doğu Batı
Yayınları, Ankara, 2011
Karaosmanoğlu Yakup
Kadri, Sodom ve Gomore, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2006
Kuran-ı Kerim
Kutsal kitap
Onaran Alim Şerif, Binbir Gece Masalları 1-2-3, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 2010
Shakespeare William, Romeo ve Juliet, Çev., Safiye Gül
Avcı, Parola Yayınları, İstanbul, 2014
[1]
Aktulum Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, s. 117.
[2]
A.g.e., s. 118.
[3]
Makalede Sodom ve Gomora olarak geçen
kısımlar Tevrat’ta belirtilen Sodom ve Gomore olup, eser ismi ile karıştırılmaması
için böyle bir yol izlenmiştir.
[4]
Eski Antlaşma( Tevrat ve Zebur), Yaratılış, 19, 4 s. 17.
[5]
A.g.e.,19,25, s.18.
[6]
Karaosmanoğlu Yakup Kadri, Sodom ve Gomore, s. 109.
[7]
A.g.e. s. 117.
[8]
A.g.e., s.124.
[9]
A.g.e., s. 49.
[10]
A.g.e., s. 48.
[11]
A.g.e., s.47.
[12]
A.g.e., s.51.
[13]
A.g.e., s.156.
[14]
A.g.e., s.156.
[15]
Aktulum Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, s. 104.
[16] Karaosmanoğlu Yakup Kadri, Sodom ve Gomore,
s, 282.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yusuf Alper’in “Psikodinamik Açıdan Abdülkadir Budak Şiiri ve ‘Kapalı Bir Açılım’” Eleştirisinin İnceleme Yöntemleri Yusuf Alper; Varlı...
-
Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” Şiirinin Çözümlemesi Giriş Tam adı Ömer Edip Cansev...
-
Hilmi Yavuz’un Anı Sonnet Adlı Şiirinin Çözümlemesi Giriş 14 Nisan 1936 yılında İstanbul’da dünyaya g...
-
Ebubekir Eroğlu- Modern Türk Şiirinin Doğası Kitabının İncelenmesi Ebubekir Eroğlu’nun bu eseri 1993 yılında Yapı ...